Türkler, XI, (Ankara 2002), 61-70 de yayınlanan metin.

TÜRK-İSLAM KÜLTÜRÜNDE

ADALET ANLAYIŞI

VE OSMANLI UYGULAMALARINDAN ÖRNEKLER

 

Hükümdar, Kutadgu Bilig’de buyurur: “Benim beğenmediğim şeylerden biri yalandır. Ondan sonra zulüm edenler (adaletsiz davrananlar) gelir”[1].

Yüzyıllar sonra, xv.asırda, Osmanlı klasiklerinden Aşık Paşazâde (ö.1481) Osman Bey’in icraatlarını kendine özgü üslûbuyla anlatırken adalet anlayışına şu şekilde dikkat çeker:

“Kadı konuldu. Subaşı konuldu. Pazar kuruldu ve hutbe okundu. Bu halk kanun ister oldular. Germiyan’dan birisi geldi.

‘Bu pazarın vergisini bana satın dedi’ dedi. Halk;

‘Osman Han’a git’ diye cevap verdi. O adam, hana gidip sözünü söyledi. Osman Gazi sordu:

‘ (bu) vergi (de) nedir?*. Adam dedi ki:

‘Pazara ne gelse ben ondan para alırım’. Osman Gazi:

‘Senin bu pazara gelenlerden alacağın mı var ki para istersin’ dedi. O adam:

‘Hânım: Bu töredir. Bütün memleketlerde vardır ki pâdişâh olanlar alır’ dedi. Osman Gazi sordu:

‘Tanrı mı buyurdu, yoksa beğler kendileri mi yaptı?’ O adam yine:

‘Töre[2]dir hânım! Ezelden kalmıştır’ diye cevap verdi. Osman Gazi çok öfkelendi:

‘Bir kişinin kazandığı başkasının olur mu? Kendi malı olur. Ben onun malına ne koydum ki bana akça ver diyeyim? Bre kişi! Var, git: Artık bana bu sözü söyleme ki sana ziyanım dokunur’ dedi.

Bunun üzerine halk, dedi ki:

‘Hânım bu pazarı bekleyenlere âdettir ki bir nesnecik vereler’. Osman Gazi:

‘madem ki böyle diyorsunuz, öyleyse bir yük getirip satan herkes iki akça versin. Satamayan bir şey vermesin. Kim bu kanunumu bozarsa Allah onun dinini de, dünyasını da bozsun. Kime bir timar verirsem elinden sebepsiz yere almasınlar. O ölünce oğluna versinler. Çok küçük dahi olsa versinler. O, savaşa yarayacak hale gelinceye kadar sefer vaktinde hizmetkarları sefere gitsin. Her kim bu kanunu tutarsa Allah razı olsun. Eğer neslime bu kanundan başka bir kanun koyduracak olurlarsa edenden ve ettirenden Allah razı olmasın’ dedi[3].

Yine aynı kaynakta Orhan Bey’in adalet anlayışı da şu satırlarla ifade olunur:

“Orhan Gâzî, oğlu Süleyman Paşa’yı Taraklı (Tarakçı) Yenice’sine gönderdi. O memleketlerin hepsi Orhan Gazi’nin adâletini işitmişti. Her aldıkları yerde adâlet gösterdiler. alınmayan memleketler dahi onların nasıl davrandıklarını öğrenmişlerdi. Süleyman Paşa Taraklı Yenicesi’ne varınca hisarı andlaşarak verdiler. Göynüğü ve Mudurnu’yu dahi öylece aldılar. süleyman Paşa dahi o kadar adâlet gösterdi ki:

‘Ne olurdu? Eski zamandan beri bunlar bize beğ olaydılar’ Çok köyler bu Türk kavmini gördüler. Müslüman oldular.”[4]

I.Murad’ın Evranos Bey’e sancak beyliği ve emirü’l-ümeralık görevi vermesiyle ilgili beratta da her şeyin başı yine adâlettir:

“...bir âdem bir memlekette beg olmak iki kefelü terazüye benzer ki, bir kefesi cennetde ve bir kefesi cehennemdedir.

Heman neylersen eyle, şunlardan olagör ki, onların gözleri uyusa kalpleri uyanık ola.

Cümlenin ser-çeşmesi adâlettir. Anı idegör ki, Peygamber ânın bir gününü altmış yıl ibâdetten saymıştır.”[5]

Osman Gazi, Orhan Gazi’ ve Murat Hüdâvendigâr’ın adâlet anlayışlarını çarpıcı bir şekilde yansıtan bu giriş cümlelerinden  sonra adâlet teriminin anlam ve kapsamı üzerinde durmak gerekir.

Adâlet kavramı[6]

Adâlet; “tavır, davranış ve hükümlerde doğru olmak, hakk[7]a göre hüküm vermek, Hak sahibine hakkını vermek, haksızları terbiye etmek, insaf, eşit olmak, eşit kılmak” gibi anlamları taşıyan arapça bir masdar-isimdir. Farsça “dâd” kelimesi de, Osmanlıda genel olarak “adâlet” anlamında kullanılmıştır ancak ikisi arasında fark vardır. Adâlet, bizzat adâletli davranıp zulmetmemektir. “Dâd” ise başkalarının zulm yapmasını engellemek ve bir zulüm yapılmışsa onu ortadan kaldırmaktır.

Yine aynı kökten bir masdar-isim olan “orta yol, istikamet, eş, benzer, misil, bir şeyin karşılığı” anlamlarına gelen adl kelimesi, sıfat olarak kullanıldığında âdil kelimesi ile eş anlamlıdır ve Allah’ın isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) de birisidir[8].

 Adl; “her şeyi layık olduğu yere yerleştirmek, hakkı yerine koymaktır ki, azgınlığın, bir başka ifade ile haksızlık ve zulmün zıddıdır”. Burdan hareketle müfessirler,  “Şüphesiz ki, Allah, size adâleti, iyilik yapmayı (veya kendisini görüyormuş gibi ibadet yapmanızı-ihsan) ve yakınlara bakmayı emreder; hayasızlıktan, fenalıktan ve azgınlıktan (fahşâ ve münker) nehyeder. Öğüt almanız için size böyle öğüt verir.” (Nahl 90) âyetindeki adâlet kavramını şu şekilde izah ederler:

Adâlet; insaf, haklılık ve doğruluk anlamlarını kapsayan bir dengelemedir ki, terazinin dili gibi ifrat ve tefrit (aşırı uçlar) arasında bir birleştirme noktası ve bir eşitlemedir. Bu özelliği sebebiyle adâlete, mîzân (terazi, ölçü, tartı) adı da verilir.

Adâlet ve eşitlik ilişkisi

Adâlet esas olarak , -yukarda da işaret ettiğimiz gibi- verilen ile hak edilen arasındaki dengeyi belirtir. Bu denge bazan eşitlik[9]le gerçekleşir; ancak adâlet yalnız eşitlik değil, denge (itidal) dir[10].  Diyet ve tazminat yoluyla adâletin sağlanmasında denge esastır. “Çocuklara verdiklerinizde adil davranın...” hadisinde (Buhari, “Hibe”, 2) kasdedilen adâlet, eşit tutmak  anlamını ifade eder. İnsanların kardeş olmaları, şahsî servetlerde fakirlerin haklarının bulunması ve toplumdaki sosyal adâlet anlayışında ise ölçü eşitlik değil, dengedir[11]. Kısaca belirtmek gerekirse, “eşitlik ilkesi” adâletin tamamı olmamakla birlikte ayrılmaz bir parçasıdır. Bu sebebden Hz. Peygamber halk arasında da çok yaygın olarak bilinen meşhur hadisinde, kişilerin makam ve mevkilerine  bakılmaksızın yargı önündeki eşitliklerine dikkat çekmiştir:

“Sizden öncekileri helak eden sebeb, aralarında soylu bir kişi hırsızlık yaptığı zaman ona ilişmemeleri, zayıf bir kimse hırsızlık yaptığında ise ona haddi (şer’î ceza) uygulamalarıdır. Muhammed’in nefsi elinde olan Allah’a yemin ederim ki, Muhammed’in kızı Fâtıma hırsızlık yapacak olsa onun dahi elini keserim”[12]. Aynı ilkeyi Hz. Ebubekir şöyle açıklamıştır: “Sizin aranızda zayıf olan kişi, ona âit hakkı alınıncaya kadar benim yanımda güçlüdür. Sizin aranızda güçlü olan kişi ise, Allah’ın izniyle kendisindeki başkasına âit olan hakkı sahibine teslim edinceye kadar benim yanımda zayıftır”.

İslamî düşüncede adâlet kavramı

İslâm felsefesinde dört ana faziletten birisi olarak kabül edilen adâlet, diğer üç fazilet olan hikmet, şecaat ve iffetin dengeli bir şekilde insanda bulunmasıyla elde edilir[13].

Adâlet, tüm evrenin ölçü ve düzenidir. Herkese hakkı olan şeyi vermektir. İlahiyat açısından konuya bakıldığında; Şüphesiz her hakkın başı Allah’ın hakkı olan “ilâhlık” haklarıdır. Bunun birincisi de Allah’ın birliğine inanmaktır. Bundan dolayı adâletin başı Allah’ın birliğine inanmaktır. (Hadid Suresi âyet 25’in tefsirinde) Sahabenin büyüklerinden Abdullah İbn Abbas’ın “Adâlet, Allah’tan başka ilah olmadığına şehadet etmektir. Adâlet, ortak ve benzeri olanı ortadan kaldırmaktır”. Dediği nakledilmiştir.[14] Bu sebebden dolayı Kur’an’da, Allah’a ortak koşmak, O’nun yanında başka ilahlar veya ortak güçler kabül etmek anlamına gelen “şirk” tabiri “pek büyük bir zulüm” olarak nitelendirilmiştir[15]. 

 Adâlet terimi, Kur’an-ı Kerim’de ve peygamberin sözlerinde genellikle “düzen, denge, denklik, eşitlik, gerçeğe uygun hükmetme, doğru yolu izleme, takvâya yönelme, dürüstlük, tarafsızlık” anlamlarında kullanılmıştır.

Hadislerde zulüm yasaklanır ve adalet tavsiye olunur:

“Bu ümmet söylediğinde doğru kaldıkça, hükmettiğinde adâlet yaptıkça, merhamet etmesi istendiği zamanda merhamet ettikçe, hayır üzere kalmaya devam edecektir.”[16]

“Yüce Allah’ın insanlar arasında en sevdiği kişi, adâletli devlet başkanı (İmam) dır. En çok buğz ve gazab ettiği kimse ise, zâlim devlet başkanıdır.”[17]

İnsanlığın dirlik ve düzeninin, medeniyetin devam ve gelişmesinin ancak adâletle mümkün olduğunu belirtmek için  Hz. Muhammed: “Gökler (semâvât) adâletle kâimdir, ayaktadır.”  Diyerek,  kâinâtı ayakta tutan en güçlü dinamik olan adâlete vecîz biçimde işâret etmiştir. Yine O, toplumda huzur, emniyet ve âsâyişin sağlanması ve sosyal barışın oluşması için, “Başınızda Habeşli bir köle bile olsa itaat ediniz” [18] diyerek devletin başındaki idarecilere karşı isyan, anarşi, fitne ve fesadı yasaklarken diğer taraftan sorumlu ve sorgulayıcı bir toplumun oluşması için haksızlık ve kötülük karşısında sessiz kalınmasını da uygun bulmamıştır.

 İslâmî toplum düzenine göre, toplumun her ferdi haksızlığa karşı mücadele etmek, iyiliği emretmek, kötülüğü yasaklamak yaygın ifadesiyle “marufu emretmek, münkeri nehyetmek” ve zulmü önlemekle yükümlüdür ancak kendisini hakim veya kadı  makamına koyup “ihkâk-ı hak” (hakkı yerine getirme) adına yargı makamı gibi davranma hakkına sahip değildir.

Kıst kavramı

Adl ve adâlet kelimesi dışında, adâlet anlamında Kur’an’da yer alan bir başka kelime de “kıst” dır. Kur’an’da 25 defa geçen bu kelime, iki yerde “yoldan sapan” (Cin /14-15), yirmi üç yerde de adâlet anlamında kullanılmıştır.  

“pay, hissse, ölçü, kısım kısım verilen bir borcun her defada verilen bir parçası, tartı ve ölçüde doğruluk, adâlet etmek” anlamları kapyasan bu kelimenin adâlet anlamında kullanılmasına bir örnek (Nisa, 135) ayetidir: “Ey iman edenler haktan yana olup vargücünüzle ve bütün işlerinizde adâleti gerçekleştirin. Allah için şahitlik eden insanlar olun..” Yine aynı ayetin devamında bizzat adl (ta’dilû şeklinde) kelimesi kullanılır: “Bu hükmünüz ve şahitliğiniz isterse bizzat kendiniz, ana ve babanız ve yakın akrabalarınız aleyhinde olsun. İsterse onlar zengin veya fakir bulunsun; çünkü Allah her ikisine de sizden daha yakındır. Onun için, sakın nefsinizin arzusuna uyarak adâletten ayrılmayın. Eğer dilinizi eğip bükerek hakkı olduğu gibi söylemekten çekinir veya büsbütün şahitlikten kaçarsanız, iyi bilin ki, Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.”[19] Yine adâlet ve kıst kelimelerinin birlikte kullanıldığı bir başka âyet de (Mâide, 8) dir: “Ey iman edenler! Haktan yana olup vargücünüzle ve bütün işlerinizde adâleti gerçekleştirin ve adâlet nümûnesi şahitler olun. bir topluluğa karşı, içinizde beslediğiniz kin ve öfke, sizi adâletsizliğe sürüklemesin. Adil davranın, takvaya en uygun hareket budur. Allah’a karşı gelmekten sakının. Çünkü Allah yaptığınız her şeyden haberdardır”.[20] 

Adaletin çeşitleri

İslâm alimleri adâleti, çeşitli yönlerden değerlendirerek bölümlere ayırmışlardır. Bunlardan birisi Râgıb el-İsfahani (ö.502/1108)dir. Ona göre âdâlet; Mutlak adâlet ve Kanun-kurallara bağlı adâlet olarak ikiye ayrılır. Birincisi olan mutlak adâlet, akla dayanır ve devamlıdır. Bu tür âdâlet her zamanda ve zeminde iyi ve güzeldir. İyiliğe iyilikle karşılık vermek gibi. İkinci tür adâlet ise, şeriat yani kanun ve kurallarla bilinir. Kasten insan öldürenin öldürülmesi (kısas yapılması) gibi[21].

İbnu’l-Arabî (ö.543/1148) ise adâleti, yöneldiği objeler bakımından üç kısma ayırır;

Birincisi; İnsan ile Allah arasında olan adâlet: insanın Allah’ın hakkını, kendi hakkı üzerine tercih etmesi, heva ve hevesine engel olup onun emirlerine yönelmesidir.

İkincisi; İnsan ile nefsi arasında olan adâlet: Kişinin nefsini kendine zarar verecek şeylerden korumasıdır.

Üçüncüsü ise; İnsan ile diğer insanlar arasındaki adâlet: Bu da insanlara hayırlı öğütlerde bulunmak, kimseye hainlik ve kötülük yapmamak, insanların eza ve cefalarına tahammül ve sabrederek onlarla iyi geçinmektir[22].

Bir başka taksim ise, adâletin nev’i bakımından ikiye ayırılmasıdır;

Birincisi: Adâlet-i mahza yani mutlak ve kayıtsız adâlettir ki, bir toplumun selameti bile söz konusu olsa, rızası olmadan bir tek ferd bile feda edilemez. Küçük, büyük için iptal edilemez.

İkincisi: Adâlet-i izâfiye yani göreceli adâlettir. Bütünün selamet ve kurtuluşu için cüz’ün feda edilmesi, toplumun refah ve kurtuluşu uğruna ferdin feda edilmesidir. Ancak, adâlet-i mahzânın uygulanabileceği yerde adâlet-i izâfiye’nin uygulanması zulümdür[23].

Sosyal adâlet

İslâm dininin sosyal ilişkilerde esas aldığı üç temel ilke vardır:

Dürüstlük,

adâlet,

hakkaniyet...

İnsanın doğru, dürüst ve güvenilir olması, onun hem dünyada hem de ahirette en onurlu mevkiyi, en yüce erdemi ve mutluluğu elde etmesini sağlar. Kur’an-ı Kerim’in asıl amacı da insanın dürüst olmasını sağlamaktır...Adalet sahibi olmak dürüst olmanın bir yönü ve onun uygulanışıdır. İyi bir yönetici olmanın ölçüsü adâletli olmaktır. Adalet itaatin karşılığı ve zulmün tam zıddıdır[24].

Sosyal alet kavramın layıkıyla anlaşılabilmesi için öncelikle Allah, insan ve devlet kavramlarının  üzerinde durmak gerekir.

İslam temel olarak insanı, evrenin en mükemmel ve mükerrem canlısı, kalıplaşmış ifâdesiyle eşref-i mahlûk olarak kabül eder. Toplum veya halkı da, bir sömürme aracı olarak değil,  Vedîatullah (Allah’ın emâneti) olarak görür. Devlet ise İslâm toplumlarının ayrılmaz ve olmazsa olmaz derecede bir parçasıdır. Özellikle Türk devletlerinde “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe!” cümlesi ile formüle edilen anlayış bu bütünleşmenin en veciz ifâdesidir[25]. Bu bütünleşme ve uyumun mayası ve temeli ise “adâlet” tir. Adâlet ortadan kalkınca ortaya çıkan, devlet değil, sömüren (iktidar) ve sömürülen (toplum) lerden oluşan yığın veya sınıflardır. Böyle bir devlet(!), gerçekten kendisinden kurtulunması (marksistler); bu olmaz ise, zararlarının asgarîde tutulması (parlamenter demokrasiler) gereken , ferdin dışında, ona düşman bir kurumdur. Yani, “Ya kuzgun başa, ya devlet leşe!” (yukardaki formülün tam zıddı) anlayışıdır.

İslam toplumlarında sosyal adâleti sağlamak ve halkı sosyal refah seviyesine ulaştırmak için alınan tedbirler genel olarak, celb el-mesâlih (âmme menfaatini temin) ve sedd ez-zerâî  (kötüye ve kötülüğe giden yolları tıkama) adı verilen kaide altında ele alınmıştır[26]. Bu cümleden olarak, zekat ve diğer sosyal dayanışma müesseseleri, kamu hizmetleri için kaynak sağlamak, yeni vergiler koymak veya kaldırmak, kumar, fuhuş, alkol, uyuşturucu ile mücâdele etmek vs. tüm ekonomik ve hukûkî tedbirleri almak, kısaca toplum yararına olanı sağlama ve zararına olanı önlemek için yapılan her çeşit çaba bu çerçeveye dahil edilmiştir[27].

Devlet başkanlığı ve adâlet

İslâm akâidine göre devlet başkanında mutlaka bulunması gereken sekiz şarttan birisi “adâletli olması” dır. Bu nokta üzerinde İslâm âlimleri görüş birliği içerisindedirler.[28]

Maverdi, bundan da öte adâlet şartını sadece halifeler için değil onu seçecek kurul veya heyet üyelerinde de bulunması zorunlu olan bir şart olarak kabül eder ki, çoğunluğun kabül ettiği görüş de budur[29].

İmam (devlet başkanı) ın fasıklığı sebebiyle azledilip edilemeyeceği tartışma konusu yapılırken âdeleti terketmesinin görevden alınması için yeterli bir sebeb olduğu belirtilir. Mâverdi bunu şöyle açıklar:

İmamın halinin değişmesi ile, imamlıktan azledilmesini gerektiren iki husus vardır:

1.İmamın adâleti terketmesi.

2.İmamın görevini ifâ etmesine engel bir bedenî bir noksanlık veya hastalık ortaya çıkması.

İmamın adâleti terketmesi, fıska ve fücura girip, nefsî arzularının peşinde koşması veya itikadında bozukluklar ortaya çıkması sebebiyle olur. Adâleti terk etmesi yüzünden devletin başından uzaklaştırılan kimse, pişman olduğunu ve tekrar adâlete döneceğini beyan etse bile tekrar devletin başına geçirilemez. Ancak yeniden seçilirse o zaman tekrar başa geçebilir. Kelam alimlerinden bir kısmı ise; “böyle bir durumda, imam adâlete dönünce imâmete de dönebilir, yeniden seçilme ve bîate lüzum yoktur” görüşünü savunmuşlardır.[30]

Tarih boyunca adâletin timsali olarak kabül edilen  ve adâlet deyince ilk akla gelen şahsiyet olan Hz. Ömer, Ebu Musa el-Eş’arî’ye gönderdiği meşhur mektubunda:

 “ Halka karşı bakışında, yönelişinde, adâletinde ve huzurunda oturmalarında insanlar arasında eşitliğe dikkat et! Tâ ki şerefli ve soylu bir kimse senin haksızlık yapacağına umut bağlamasın, zayıf olan bir kimse de adâletinden ümit kesmesin.”[31]

Bir başka konuşmasında da: “Ey İnsanlar! Ben size veya eşlerinize zulmetsin veya mallarınıza el koysun diye valiler göndermiyorum. Şayet bir kimseye bir zulüm isabet edecek olursa mutlaka bize iletsin ve şikayet etsin. Allah’a yemin ederim ki, böyle bir şikayetle bana gelenin sıkıntısını mutlaka gideririm.” Bunun üzerine sahabeden Amr b. el-Ass ayağa kalkıp şöyle demiştir: “Ey Mü’minlerin Emiri! Eğer senin valilerinden birisi müslüman birini terbiye ve edeblendirme amacıyla hırpalayacak yahut döğecek olursa aynı şekilde ona kısas uygular mısın?” Hz. Ömer cevaben; “Evet, Allah’a yemin ederim ki, mutlaka kısas uygularım...”[32] demiştir.

Hz. Ömer, yine bir başka gün hutbede cemaate şöyle seslenir: “Muhammed’i hak din ile gönderen Allah’a yemin ederim ki, Fırat kenarında bir deve kaybolacak olursa veya helak olacak olursa Allah’ın beni ondan sorumlu tutmasından korkuyorum”[33]. Adâlet anlayışının insanlardan öte, diğer yaratıklarının da hak ve hukukunu korumaya dönüşerek bu derece derinlik kazanması da şayân-ı ibret bir husus olmalıdır.

Adalet anlayışındaki bu derin hassasiyetinden dolayıdır ki, Hz. Ömer İslam Devlet Teşkilatını da şekillendirmiş ve kendisinden önce yer almayan birçok müessesenin de  kurucusu olmuştur. Örneğin, valilerden ayrı ve müstakil şekilde kadılar (hâkimler) tayin eden ilk halife odur Kadı tayininde ve kadılık müessesesinde, dikkat edilecek kurallar ve metodlar, kendisinden sonra da Osmanlılar da dahil bütün islam devletlerinde görev yapmış kadıların davranış ve uygulama rehberi olmuştur. Aşağıda ele alacağımız bu talimat, ana hatlarıyla Osmanlı’da özellikle idarecilere zaman zaman gönderilen adâletnâmelerde ve verilen beratlarda ısrarla tekrarlanan hususlardır.

Hz.Ömer’in adalet fermanı veya adâletnâmesi

Hz.Ömer’in, Abdullah b. Kays’a gönderdiği bu genelgeye, -osmanlı diplomatikasındaki adıyla adâlet fermanı veya adâletnâme- demek mümkündür. Bu önemli adâletnâmenin içeriğini tahlil etmeden önce, söz konusu belgenin arap-islam diplomatikası (ilm-i inşâ ve fenn-i kitâbet) açısından rükün veya bölümlerine de kısaca işaret etmekte yarar olduğu kanaatindeyim.

Genel kural olarak, özellikle Ortaçağ arap-islâm coğrafyasında, arapça olarak düzenlenmiş bir resmî belge,

I. fevâtih (başta yer alan ibareler veya başlangıç protokolü),

II.mâ-beyne’s-selâmeyn (veya metin kısmı) ve

III. hâtime (bitiş protokolü) olmak üzere üç ana bölümden oluşmuştur. Her bölümün de kendi içinde alt bölümleri vardır[34]. Sıraladığımız bu diplomatika unsurlarının da yer aldığı belge Allah’ın adını anarak başlama anlamına gelen “dâvet rüknü” ile başlar ve sonra diğer rükünler bir biri ardınca sıralanır. Konu bütünlüğünü bozmamak için detaylara girmiyoruz.

“ Bismillâhirrahmânirrahîm, (dâvet rüknü)

Müminlerin Emiri ve Allah’ın kulu Ömer’den Abdullah b. Kays’a -selamdan sonra-(unvan-elkab-salvele)

 Kazâ (yargılama ve hüküm verme) kesin ve mutlak bir farz ve uyulan sünnettir. (metin kısmı)

 Şunu bil ki, sana bir dâvâ getirildiği zaman uygulanması mümkün olmayan delillerin faydası olmaz. (delil inandırıcı ve mantıklı olmalı ve karşı tarafı da dinlemeli)

 İnsanlara karşı şahsi münasebetlerinde ve adâletinde, eşit muamele yap ki, kuvvetli senin nüfuzundan korksun, zayıf da adâletine sığınsın.

 Delil göstermek dâvâcıya âittir. İnkâr edene yemin etmek düşer. Bununla beraber, müslümanlar arasında, barış yapmak da caizdir. Ancak helalı haram, haramı da helal kılan sulh kötüdür. (sulh yapma adına esas kurallar değiştirilmemelidir)

Bir dâvâda hüküm verdikten sonra bu hükmün yanlışlığına kanaat getirdiğinde doğruya dönmekte tereddüd etme. Çünkü asıl olan doğruya dönmektir. Ve bu esas yanlışta ısrardan daha hayırlıdır. (hak-perest olma faziletini göstermeli, benlik ve gururu aşabilmelidir)

Kur’an ve sünnette açık hüküm bulamadığın hallerde hüküm vermekte zorluk çekersen  önce buna benzer dâvâlar ve örnekler ara ve mevcud dâvâ ile aralarındaki ortak yanları tesbit et. Ondan sonra Kur’an ve hakka en yakın olduğunu umduğun fikre itimat et ve buna özellikle dikkat et. (kıyas’a işaret ediyor. Bu aynı zamanda hakimlerin mukallid değil içtihatçı olmalarına da dikkat çekiyor)

Hak iddia edenlere, bunu ispatlayabilmeleri için delil getirebilecekleri bir mühlet tanı.  Bu süre içinde delil getirebilirlerse lehte, aksi halde aleyhte hüküm vermen gerçeğe daha yakın ve şüpheden daha uzak olur. (Böylece davâları erteleme usulüne işaret ediyor. Bu erteleme mâkül bir sebebe dayanmalıdır.)

Müslümanlar, hukukî meselelerde birbirlerine lehte ve aleyhte şahitlik edip, adâletin tecellisine yardımcı olmalıdırlar.(adâlet yerine getirilmesi veya tecellisi sadece hukukçuların değil tüm toplumun meselesi olmalıdır.)  Ancak sabıkalı olanlar, yalancı şahitliği veya iftirası sabit olanlar veya soyu bilinmeyenler, bu iş için makbül kişiler sayılmazlar. (kem âletle kemâlât olmaz) Çünki Allah, İnsanların vicdanlarında olanları bilir, şahitlik ve yemin gibi tamamen vicdânî faktörlerle adâletin tecellisini sağlar.

Dâvâlara bakarken telaşa, çığırtkanlığa ve tarafların haysiyetini kırıcı davranışlara asla müsaade etme. Çünki adâletin yerini bulması için sükunet ve ciddiyet şarttır. Hakkın tecellî etmesi ise İlâhî adâletin itibar kazanmasına sebeb olur.

Bir müslümanın niyeti iyi ise Allah, onun insanlarla olan münâsebetlerini islah eder. Ama içi başka dışı başka olursa, Allah ona musibet verir. (yani insan niyetini sağlam tutmalı ve kendi işini dürüstçe yapmalı ve bunu yaparken de insanları memnun etmeyi değil Yaratıcı’yı düşünmelidir. Gerisi Allah’a âittir) Bu durumda hâkimin görevi Allah’ın rızk ve rahmet hazinelerinin kulları arasında adâletle dağıtılmasını sağlamaktır.

Vesselâm.”[35] (hâtime).

Adâletnâme geleneği·

Bu konuda en kapsamlı araştırma ve inceleme kuşkusuz, Prof. H. İnalcık hocamızın Belleten’de  yayınladığı “Adâletnâmeler” adlı makalesidir.

H. İnalcık, adâletnâmeyi

“Devlet otoritesini temsil edenlerin, reâyâya karşı bu otoriteyi kötüye kullanmalarını, kanun, hak ve adâlete aykırı tutumlarını olağanüstü tedbirlerle yasaklıyan beyânnâme şeklinde bir pâdişâh hükmüdür”

şeklinde tarif eder ve adâletnâme geleneğinin köklerinin eski İran imparatorluklarına kadar götürülebildiğini, bunun Orta-Doğu devlet ve hükümdar anlayışında en belirgin ifâdesini bulduğuna, mutlak otorite olan hükümdarla adâlet arasında bir temel prensip olduğuna işâret ettikten sonra bu durumu şu şekilde açıklar;  

“Devlet, hükümdarın kuvvet ve kudretinden ve devletin gayesi de bu kudreti arttırmaktan ibârettir; fakat halkın huzursuzluğu ve hoşnutsuzluğu, halkın fakirliği, bu gayeyi tehlikeye düşüren bir şeydir. Bu devlet anlayışına göre, bu durumdan ancak padişahın “âdil” olmasiyle, yani halkın üzerinden zulmü gidermek, kuvvetlinin zayıfı ezmesine meydan vermemek, tebaanın can ve malını emniyyette bulundurmakla kaçınmak mümkündür”[36].

Zaman zaman Adâletnâme hazırlama geleneği Osmanlılardan önce de mevcut olan bir gelenektir. Hükümdarlar bazı durumlarda, birtakım haksızlıkların ve özellikle haksız vergilerin kaldırıldığı ilân eden hükümler çıkarır ve bu hükümler eyâletlerde herkesin görebileceği yerlere, büyük camilerin duvarlarına veya şehrin giriş kapılarına asılır bazan da taş-kitâbe haline getirilirdi.[37]

İslamın ilk asırlarında mutad zamanlarda gönderilmesi ve ilan edilmesi âdet olan bu tür vesikaların, Memlûkler ve muâsırı olan bazı devletlerde ancak dînî bir emir dışına çıkıldığı zaman yazılıp gönderildiğini görüyoruz. Bunlara Memlûkler devrinde, bazı belgelere de alem olan tevki adı verilmiştir. Bu tevkiler sultandan sadır olduğu gibi nâib-i saltanat olan şahıslardan -Şam nâibi gibi- sâdır olabiliyordu. Örneğin 764/1362 yılında Sayda ve Beyrut ahalisine gönderilen ve Şiâ’ya meyledilmemesini belirten tevki böyle bir vesikadır[38].

Osmanlı Adâletnâmeleri de genel olarak aynı mahiyette olup, bir kısım emir ve nehiyleri halka ve idârecilere bildiren genel beyannâme, fermân ve -en geniş ifâdesi ile- sultânî hükümlerdir. Adâletnâmenin gayesi “hilâf-şer ve kanun ve mugâyir-i emr-i hümâyûn ibdâ olunan bidatleri bil-külliye ref idüb vilâyetin emn u emânına ve reâyâ ve berâya’nın itmi’nânına” (yani, şerîat ve kanunlara aykırı olarak ortaya çıkarılan yenilikleri temelden kaldırmak ve halkın emniyet içerisinde huzur ve güvenle yaşamasını temin etmek) erişmektir[39]. Bazı sancak kanunnâmelerinde tahrir memurlarının tesbit ettiği, adâlete aykırı haksız uygulamalar ve bidatların ortadan kaldırıldığını belirten adâletnâme metinlerine de rastlamaktayız[40].

Adâletnâme veya adâlet hükmü, padişahın bir emri olup, mahiyet açısından diğer fermanlarla aynı özellikleri içerir. 

Dâire-i adliyye- erkân-ı erbaa veya hakkaniyet çenberi

Eski Hind ve İran geleneğini aksettiren Pend-nâme, Siyâset-nâme ve Nasihat-nâme’lerde sürekli tekrarlanan temel felsefeye göre bir toplumdaki aksaklık ve bozuklukların sebepleri ve onları ortadan kaldırarak huzurlu ve güçlü bir devlet oluşturmanın çaresi dâire-i adliye ve erkân-ı erbaa yı gerçekleştirebilmektir.

Buna gööre; tüm problemlerin gerçek sebebi, adâletsizliktir. Adâletin olmadığı yerde rüşvet iş yapar. Böylece eâlî (yüksek vasıflı kişiler) edânî (vasıfsız, kalitesiz kişiler) derekesine indirilmiş, bu suretle düzen alt üst edilmiş olur.

Bir hükümdarın kuvvet ve kudreti hazineye bağlıdır, hazineyi doldurabilmek için halka rıfk ve adâletle muâmele etmek gerekir. Ve bu adâlet hükümdarın mutlak otoritesi, af ve bağışlaması ile gerçekleşir.

Diğer taraftan Türk-Moğol devlet geleneği, adâleti, değişmez bir töre veya yasa’nın tarafsızca uygulanması şeklinde kabül eder. Bu anlayış, eski İran devlet anlayışıyla bağdaşarak Orta-Doğu’da kurulmuş Türk-İslam devletlerinde de hakim olan anlayıştır[41].Adldir mûcib-i salâh-ı cihan; cihan bir bağdır dîvâr-ı devlet; devletin nâzımı şeriattır; şeriata hâris olamaz illâ melik; melik zabteyleyemez illâ leşker; leşker-i cemidemez illâ mal; malı cem’ eyleyen reâyâdır; reâyâyı kul eder pâdişâh-ı âleme adl[42]

Osmanlı anlayışına göre de, yukarda sıralanan hakkâniyet çemberinin halkalarını oluşturan adâlet, devlet, kanun, hükümranlık, ordu, servet, halk toplum yapısının temel dinamikleridir. Bunlardan biri yok olunca her şey yok olur, ne devlet kalır ne de iktidar[43].

“Adalet mülkün temelidir”. Müslüman devletlerde tüm bürokratik örgütlenme bu felsefeye (yukarda sıraladığımız dâire-i adliyye’ye) dayanır. Bu pratik devlet teorisi, güç-devlet kavramıyla adalet kavramını bağdaştırmakta idi. Sarayın en göze çarpan yeri, Darü’l-adl denilen Adalet Kulesi veya Cihan-nüma’dır[44].

“Özellikle, Selçuklu sultanının askerî-siyasî otoritesi, o zaman İslâm dünyası ve Hilafetin içine düştüğü anarşiden kurtarılması için hayatî bir zarûret olarak karşılanmıştır. Böylece,  mutlak otorite ve adalet kavramlarına dayanan eski İran devlet anlayışı, müslüman siyaset teorilerinde yaygın hale gelirken, güçlü Türk hanedanları devlet idaresinde fiilen bir kuvvet ayrılığı prensibi getirmişlerdir. Onlar, Orta Asya Bozkır devletinin beg-kagan ve törü-yasa geleneklerini yürürlüğe koydular ve bunu, Ortadoğu topraklarında kurdukları devletlerde hükümdar otoritesinin temeli yaptılar”[45].

Siyasetnâme ve nasihatnâme  örnekleri

Sâsânî İmparatorluğu’nda her ayın ilk haftasında halktan her hangi bir kimse, hükümdarın divanına çıkıp şikayetini doğrudan iletmek hakkına sahipti. Selçuklu vezîri Nizamü’l-Mülk, Siyâsetnâme’de bu müessesenin gayesini şu şekilde belirtir: Padişahlar için kaçınılmaz bir vazife şudur:

“Onlar haftada iki gün halkın şikayetlerini (mezâlim) dinleyeler ve haklının hakkını haksızdan alalar, adâleti yerine getireler. Aracı olmaksızın kendi kulaklarıyla halkın sözlerini dinleyeler...Bundan maksat, bu haberin memleket içinde yayılması ve zalimlerin kötülük yapmaktan çekinmeleridir”[46].

Nasihatnâme ve siyâsetnâme türü eserlerden adâletle ilgili birkaç misal daha vermek gerekirse:

On ikinci yüzyıl İran edebiyatının en büyük mesnevî şairi kabül edilen Nizâmî,  “Mahzen-i Esrar” ında yukarda bahsettiğimiz geleneğe uygun olarak, idarecilere adâlet ve insafı tavsiye ederken şu ifadeleri kullanır:

“Mülkü yıkan zulüm ve haksızlıktır. Sonsuz devlet, halkı incitmemekle, adâletle kazanılabilir.Her şeyden önce yapacağın işin sonunu düşün. Yaptıklarını görüp ondan sonra yapacaklarını tasarla. Halkın rahatlığı yolunu ara, onu incitmekten ne çıkar? Bu işin sonunda utanç ve pişmanlıktan başka ne kazanırsın? Kendi rahatını düşünmekle aklın sarhoş olmuş. Tedbir gemisini batmaya terketmişsin...Haydi zayıfların mülkünü zabted. Zulümle yetimlerin hakkını ye....Cihangirlik zulüm ile olmaz. Mülk insaf ile elde edilir. Adâletli olmayanların sana ne faydası olabilir? İnsafsızlar seni ancak fırtınaya kaptırırlar. Adâlet, müjde haberidir. Bununla aklını müjdele...İş adamı isen bu sayede memleti bayındırlaştır. Memleket adâlet ile yaşar. Kuracağın eserleri de göstereceğin adâletle temelleştir”[47].    

On beşinci yüzyılın büyük alim, mutasavvıf ve şairi Molla Câmî’ (Nureddin Abdurrahman Câmî) (ö.1492) de, -kendisinden üç asır evvel yaşamış Nizâmî gibi- ölmez eseri “Baharistan” ın “adâlet ve insaf” a ayırdığı bölümünde yine fevkalâde veciz cümlelerle hükümdarlara öğütlerde bulunur:

“Hükümdarların varlığındaki hikmet, adâlet ve insâf kâidelerinin meydana çıkması içindir. Yoksa ululanma ve öfke sıfatlarının görünmesi için değildir. Nûşirevân[48] dine yabancı olduğu halde adâlet ve doğrulukta eşsizdi. Cihanın başbuğu olan ulu Peygamber Hz.Muhammed (s.a.s), ‘Ben âdil bir sultanın günlerinde doğdum’ diyerek iftiharda bulunmuştur”,

“Adâlet ve insaf öğren; çünkü yurdu korumakta küfür ve din adâlet kadar işe yaramaz. Dünyanın düzeni için dinsiz adâlet, dinli hükûmetin zulmünden daha iyidir”,

“Hükümdarın yakın dostları iyi düşünceli, ağır başlı olması gerekir. Yoksa şaklaban dost ve danışmanlardan bir hayır gelmez. Çünkü iyi ve doğru düşünen ciddî dostlar onu kemâl derecesine yükseltirler, öteki soytarı meşrepliler ise değerini alçaltırlar.”

Bazan da adâletten daha büyük erdemlerden bahseder:

“Suç bağışlama fazîlet, cezâlandırma ise adâlettir. Fazîletle adâlet arasındaki yol, yüce feleklerle yer arasındaki uzaklık kadardır. Bu ikisi arasındaki mesafeyi takdir eden kimse nasıl olur da fazîleti bırakır, adâleti tutar”[49]

Hükümdarın halkı “kendi kulağıyla dinleme” geleneği, diğer İslâm devletlerinde olduğu gibi Selçuklular’da da devam ettirilmiştir. Büyük Selçuklularda hükümdarı haftada iki gün mezâlim dinlemesi şarttı. Anadolu Selçuklu sultanları da, eski Sâsânî hükümdarları gibi senede bir defa şerî mahkemeye gider, sıradan bir vatandaş gibi kadı karşısında ayakta durur, kendisinden davacı olan var ise, şer-i şerîfe göre kadının verdiği hüküm yerine getirilirdi.

İlhanlı hükümdarı Gazan Han (674-703/1295-1304) tarafından Şemseddin Ahmed b. Osman Lâkûşî’ye Selçuklu Türkiyesi (memâlik-i mahrûse-i Rum) vezirliği ve nâibliği için verilen menşûrun mukaddemât kısmında da yine aynı geleneğe uygun olarak adâletli olmaya dikkat çekilir. Bazı berâtların giriş bölümünde yer alan ve farsî gelenekde “mukaddemât” adı verilen kısmı güzel bir örnek olması açısından özetleyerek kaydediyorum;

Ne zaman ki, Cenâb-ı Hakk bu Âlem-i kevn ü fesâd ’ı (cismânî âlem, bir taraftan vücuda gelirken diğer taraftan harab olan âlem) kurmuş “O öyle Allah ki, arzın içinde olan her şeyi sizin için yaratmıştır” emriyle arzı îmar etmiş ve arzda halkı ve bütün mahlûkâtı (enâm) yaratmış vs. nimetlerle kullarını nimetlendirmiştir. Hz.Âdem’i Cennet’den indirmiş, arzın işlerini ,emr ü nehyi ve idâresini ona vermiş (taklîd kılmış) tir. O Allah ki, dilediğini yeryüzünde vasi (idareci, yönetici) yapar. Âkıbet (netice, sonuç) O’ndan sakınan ve O’na saygılı olanlarındır. Ve Allah her devirde rahmetini göstererek, bazı kullarını, dünyanın işleri ve idâresi, -adâleti te’min edip fesadı[50] ortadan kaldırması- için görevlendirir. Asrımıza kadar bu işler böyle devam edip gelmiştir. “Azamet izârım, büyüklük ridâmdır” (Yücelik gömleğim, büyüklük hırkamdır-Hadîs-i kudsî) sözüne uygun olarak bu mübârek ve uğurlu asırda cihanı idâre işi pâdişâh-ı rûy-i zemîn (yeryüzünün padişahı)  olan Gazan Hân’a (İlhanlı Hânı) âidtir ki, Allah onun mülkünü tâ ebede kadar pâyidâr eylesin. Rasûlullah (s.a.v.) ın “şüphesiz Allah bu ümmete her yüz senede bir, dînini savunacak ve müdâfâ edecek birini gönderir” hadisine uygun olarak (Gazan Han) bu asırda, “Kelime-i Hakk’ı ve Dîn-i Ahmedî” yi yüceltmek ve kuvetlendirmek, sapıklar ve Hakk yolundan çıkmış cehâlet içindeki gruplar (erbâb-ı dalâlet ve ahzâb-ı cehâlet) larla mücâdele etmekle şereflendirmiştir. Yedi Âlem’de yaşayan insanlar onun âdil idâresi altında huzurlu ve mutlu bir şekilde rahat içinde yaşıyorlar “yeyiniz, içiniz âfiyetler olsun” (âyet) emrine uygun olarak, nefislerin hoşlandığı, gözlerin zevk aldığı nimetler içinde Allah’ın âyetlerini tefekkür ediyorlar. Cebbarlar ve zâlimler onun önünde secde ederken, bütün ahâlî onun koruması altında rahat, huzurlu yaşıyorlar ve onun devletinin devam etmesi için duâ ediyorlar, “Allah’ın nimetlerini sayamazsınız” âyetini okuyorlar. O sebebden dolayı Allah’ın lütfunun kokuları üzerime yayıldı ve sindi. Bizim zamanımızda Allah’ın yardımı apaçık ortaya çıktı ve bizi devlet ve ikbal sahibi yaptı...[51]

Osmanlı sultanlarının adâlet anlayışı ile ilgili misaller

Osman Bey ve oğlu Orhan Bey'in adalet anlayışları ile ilgili bazı çarpıcı örnekleri konumuzun giriş kısmında vermiştik. Bunlara ilave yapmak gerekirse;

Dîvân-ı Hümayûn’un ilk ve aslî vazifesi de halkın şikâyetlerini dinlemektir. Osmanlı sultanları dîvândaki görevlerinden çekildikten sonra da, özellikle davaları, Kasr-i Adâlet veya Adâlet Köşkü adı verilen mahalde, pencere arkasından dinlemeğe devam etmişler vu bunu en önemli görevleri arasında saymışlardır. XVIII.asırda da bu durumun devam ettiği muâsır kaynaklar öğrenebiliyoruz.

Örneğin Vâsıf; “Tertîb-i dîvân an asl istimâ-ı dâd-ı mazlûmân için mevzudur” (Dîvân tertibinin asıl sebebi mazlumların adâlet talebini dinlemektir) demektedir[52].

Yavuz Sultan Selim, Osmanlı padişahlarının en âdili sayılmıştır; çünki “her gece nısfü’l-leyle (gece yarısına ) değin evlerinde dîvân ederlerdi. Mesâlih-i müslimîni görüp Memâlik-i Mahrûsa’da mehâyife ilim tahsil edip gece uyumazdı...hiç âhada zulm ve cevr olduğuna rızâları yoğidi”[53]. Kânûnî Süleyman, 1526 seferine çıktığında ekili tarlalara zarar verenlerin idamla cezalandırılacağını ilan etmiş ve uygulamıştır. Diğer Osmanlı sultanlarının da benzerî adâlet tedbirlerini uyguladıklarına dâir kaynaklarda birçok örnek mevcuttur.        

Berat vs. resmî vesikalarda adâlet kavramı

Şahıs veya hükmî şahıslara, yetki ve imtiyaz sağlamak, devlet makam ve malları üzerinde tasarruf veya mülkiyet hakkı te’sis etmek amacıyla verilen ve bizzat sultanın tuğrasını taşıyan, bu özellikleri sebebiyle osmanlı diplomatikasında en önemli belge kabül edilen berâtlarda da adâlet hususuna özellikle dikkat çekilir. Vezir vs. idarecilere verilen berâtlarda bu nokta daha da belirgindir.

Münşeâtü’s-selâtîn adlı meşhur inşa eserinin müellifi Feridun Ahmed Bey’e (ö.991/1583) tevcih olunan reisü’l-küttâblık berâtında adâletin önemine şöylece işaret olunur:

Çün Cenâb-ı Rabbü’l-erbâb Mâlikü’r-rikâb Rabbü’l-izzet-i ve’l-ceberût... şeklinde başlayan oldukça uzun bir mukaddeme ile berâta giriş yapıldıktan sonra;

Sultanların niçin bazı emir ve fermanlar yayınladığını, bundan maksadın adaleti te’sis etmek,  halkı ve Hak’kı memnun etmek olduğu şöyle belirtilir:  

 Halkın işlerini yaparken adâlet ve hakkı yerine getirmek için isdar olunan emirlerim “esâs-ı şer-i mutahhara”  üzere müesses oldukdan başka “kavâid-i müşeyyede (metin ve sağlam) -i hâkâniyye” üzere durum ve hâle uygun olarak yazdırılmaktadır. (yani benim emir ve fermânlarım hem şerîat hem de örf’e uygun olarak hazırlanmaktadır).

Bütün bu güç işleri yürütebilmek için sultanların dîvanlarında fazîletli, her türlü bilgi ve beceriye sâhip, güvenilir kişiler olur. Çok az bulunan bu kişilerden birisi, beyan ve kelam ilminde mâhir ve sâhir, Feridun Ahmed’dir ki, yukarda zikredilen bütün sıfatları taşır. Bu yüzden rahmetli babam sultan Süleymân Hân zamanında devletin çok önemli ve gizli yazışmalrında kâtib olarak görevlendirilmişti. Ben de tahta cülûs edince (Sultan III.Murad. Cülûs tarihi: h.982/1574)  bu becerikli ve usta katibi... reis nasb idüb buyurdum ki...[54] 

Kânûnî Sultan Süleyman’ın verdiği (h.961/m.1553) tarihli Mekke-i  Mükerreme Emirliği berâtında aynı noktaya dikkat çekilir[55];

 Böyle âdil bir sultanın idaresi altında bulunan halkın, adâlet ve insaf sayesinde güven içinde yaşadıklarına işaret olarak:

“...ve re’âyâ ve berâyâ ve utekâ ve serâyâ âsâr-ı adl u insaflarıyla pister-i emn u emânda mesrûr...”[56] (vergi veren ve vermeyen bütün halk, âzatlılar ve düşman üzerine gönderilen  müfrezeler (seriyye) ler, onun adâlet ve insafı sayesinde emniyyet ve güven yatağında mutluluk içindeler) 

Cânibek Giray Sultana (h.1038/m.1629) tarihinde tevcih olunan Kırım Hanlığı berâtında; Şu nokktalar özellikle dikkat çekicidir:

1. Devletin başındaki idarecinin gerçek adâleti tesis edebilmesi için yapması gereken ilk iş; toplumun dışına itilmiş, bir kenarda tek başına, münzevî olarak yaşayan insanın hakk ve hukukunu gözetmesi, yani kimsesi olmayanların kimsesi olması..

2. Zulme uğrayanlara yardımcı olmakla kalmayıp, zalimlerin de her türlü hakaret ve ceza ile cezalandırılması.

İdarecilere verilen beratlarda adãlete dikkat çekilmesi

Vezirlik, seraskerlik ve beylerbeyilik tevcihi gibi çok önemli berâtlarda da adâlete özellikle dikkat çekilir. Örnek olarak, Kânûnî’nin İbrahim Paşaya verdiği (h.935/m.1529) tarihli seraskerlik berâtında; (meşhur tevkii  Celâl-zâde inşâ’sıyla yazılmıştır)[57]

...ve kâffe-i enâm mümâileyhi (tüm halk adı geçeni) vezir-i âzâm ve her zamanda umûmen seraskerim bilüb kemâl-i tazîm ve ikrâm ile muazzez ve mükerrem... her ne ki derse ve her ne vecih görürse benim lisân-ı dürer-i bârımdan sâdır olmuş kelâm-i saâdet-encâm ve emrü vâcibi’l-ihtirâm bilüb...emrinden ve sözünden tecâvüz...eylemiyeler...kullarımın azl ve nasbı ânın re’y-i sâibine (isabetli görüşüne) ve fikr-i sâfîsine müfevvaz olub (temiz ve saf fikrine havale olunup) şol ki, merasim-i kavânîn-i vezâret ve seraskerî  ve levâzim-i esâîb-i sadâret ve dâd-küsterîdir (adâleti yaymak ve yerleştirmek) müeddâ kılub sâlik-i mesâlik-i adâlet ve nısfet ve zâhib-i mezâhib-i şeru diyânet olub tabakât-i mahlûkâalâ tefâvüti’d-derecât menâziline tenzîl eylemekde dakîka fevt eylemeye... (vezirlik, seraskerlik ve sadaret kanunlarına ve merasimlerine uygun olarak adaleti yaymak ve yerleştirmek, adâlet ve kanun yolu ve mesleğinden yürüyerek mahlukatı derecelerine göre muameleye tabi tutmakda bir dakika bile gecikmeye.)

Burda da konumuzun başında işaret ettiğimiz şekilde, adâletin icrasında eşitlik değil, dengenin önemli olduğuna dikkat çekiliyor. “tabakat-ı mahlûkâtı alâ tefâvü’d-derecât menâziline tenzil eylemekde..” cümlesiyle anlatılmak istenen budur.

Osmanlıda adâletin, arzulanan en üst seviyede te’sis ve te’mini için, bütün Osmanlı İmparatorluğu, gerçekte adlî birer birim olan ve kazâ adı verilen kadılıklara ayrılmıştır.

Kazâ kelimesi, söözlük anlamý itibariyle , hâkimlik, hâkimin hükmü, hükmetmek, bir fıkıh terimi olarak da; İnsanlar arasındaki dâvâları şerî hükümler çerçevesinde halledip karara bağlamak[58]. Ýdãrî bir birim olarak da, kadının yargı alanı içine giren bölge ve mıntıka anlamına gelmektedir.

Kadı hem hâkim, hem mülkî âmir, hem de belediye reisi görevleri (ihtisab) ni bünyesinde toplayan, geniş yetki ve sorumluluğa sahip bir kişidir[59].

Mahkemeler[60]

Osmanlı mahkemelerinin en dikkat çekici noktalarından birisi;

Dâvânın görülüş tarzını gözlemekle yükümlü olan ve “şuhûdü’l-hâl veya şühûdü’l-udûl” adını taşıyan ve müderrisler, âyân ve eşraf gibi kaza veya şehrin ileri gelenleri arasından seçilmiş bir heyetin olmasıdır. Kadı dâvâ esnasında bu heyetle müşâverede bulunabiliyordu[61].

Osmanlı mahkemelerinde dâvâların en kısa sürede sonuçlandırılması ve bu işle görevli kadıların tarafsızlığı çok mühimdi.

Bu durum bazı Avrupalı gezginlerin de dikkatini çekmiş ve bunlardan birisi bu durumu şu cümlelerle açıklamıştır;

“Dünyada sulh ve cezâ mahkemelerinin bu derece hızla sonuçlandığı başka bir ülke yoktur, zira burada (yani Osmanlı İmparatorluğu’nda) en büyük davalar üç veya dört gün sürmektedir”[62].

R.Mantran sözlerine şöyle devam ediyor: “Avrupalı seyyahlar Türk hâkimlerinin hızlılığı kadar tarafsızlığı konusunda da hayrete düşmüşlerdir. Din ayırımı yapılmaksızın müslüman, hristiyan veya yahudi herkes, gerçeği müdâfaa için bir avukatın güzel ve etkili konuşmasına ihtiyaç duymadan dâvâlarını bu hakimlere izah edebiliyorlardı[63].

En küçük idari birimlere kadar teşkilatlanmış bu adâlet mekanizmasına dikkat çeken günümüz Osmanlı tarihçilerinden S. Shaw, Osmanlı adalet sistemininin kazalardaki temsilcileri olan kadıları, Osmanlı imparatarluğu’nun çöküşünü geciktiren faktörler arasında sayar ve şöyle devam eder:

“..Şaşırtıcı olan şey, çöküş döneminde imparatorlukta salgın halini alan karışıklıklar ve başkaldırılar değil, imparatorluğun daha üç yüz yıl bütünlüğünü koruyabilmesi ve zaman zaman kaybettiği itibarı ele geçirerek modern çağların başlangıcına kadar Avrupa’nın büyük bir gücü olarak kalabilmesidir”[64]. Bu karışıklıklar ve isyanlar karşısında, Osmanlı toplumunun “temel yapısı, anarşinin en kötü etkilerine karşı halkın dayanma gücünü sağlayabilmiştir. Bir çok yerde kadılar ve sivil toplum liderleri, mahalli idarecilerin başlıca yardımcıları olarak önemli görevler yapmışlardır.”[65]   

 

SON

 

 

 

 

 

 

 

 



[1] Yusuf Has Hâcib, Kutadgu Bilig , çev. R.Rahmetî Arat, II, Ankara 1959, s.72.

* Osman Gazi’nin “vergi nedir?” şeklindeki sorusunu “bu çeşit vergi de nerden icabetti?” biçiminde anlamak gerekir. Selçuklular gibi büyük bir devletin bir uç beyi konumunda olan Osman Bey’in verginin ne olduğunu bilmemesi  mantıklı bir düşünce olamaz. İlk dönemlere ait elimizdeki orijinal belgeler de göstermektedir ki, Osmanlı Devleti, Namık Kemal’in meşhur şiirinde ifade ettiği “küçük bir aşiretten çıkmış bir cihan devleti” değil, kendinden önce bir çok cihan devletleri kurmuş bir millet ve bir kültürün temsilcisidir. Osman Bey’in bizans sınırlarına yakın bölgelere yerleşmesini isteyen ve bunu da verdiği fermânıyla bir uç beyi olarak resmileştiren bizzat Selçuklu sultanıdır. Bu konuda fazla bilgi için bkz. H.İnalcık, “reisü’l-küttab”, İA, IX, 1964 ve hocamızın Bilkent Üniversitesi Tarih Böl.de 1994-1999 yıllarında verdiği ve halen devam ettiği çeşitli seminerlerden alınmış notlardan.

[2] Türk toplumlarında töre ve yasa geleneği ile ilgili olarak en son çalışmalar için bkz. Halil İnalcık, “Türk Tarihinde Türe ve Yasa Geleneği”, Doğu Batı Dergisi, s.13, Kasım-Ocak 2001, shf. 157-175; aynı yazar, Osmanlıda Devlet, Hukuk, Adalet, Eren Yayınları, İstanbul 2000.

[3] Aşık Paşaoğlu Tarihi, nşr. Atsız, s. 25-26, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul 1992.

[4] Aşık Paşaoğlu, s.43

[5] Feridun Ahmed Bey, Münşeatü’s-Selâtîn I, İstanbul 1274-75; Friedrich V. Kraelitz:, "İlk Osmanlı Padişahlarının İsdar Etmiş Oldukları Bazı Beratlar", Tarih-i Osmani Encümeni Mecmuası, V/30, İstanbul 1333, s.242 vd.                              

[6] Adalet kavramının, felsefî ve hukûkî manaları başta olmak çeşitli ilim dalları açısından tahlil ve değerlendirilmesi ile ilgili makaleler ve detaylı bilgi için bkz. Adâlet Kavramı,ed. Adnan Güriz, Türkiye Felsefe Kurumu yay., Ankara 1994. Adaletle birlikte hukuk ve hukuk devleti kavramları konusunda çeşitli makaleler için ayrıca bkz. Doğu Batı, yıl:4, sayı: 13, Kasım, Aralık, Ocak 2000-2001.

[7] Hak kelimesinin anlam ve kapsamı için bkz. Ö.Nasuhi Bilmen, Hukukı İslâmiyye ve Istılahatıı Fıkhiyye Kamusu, İstanbul (tarihsiz), c.I, s.12-13 vd.

[8] “Adl” kökünün çeşitli anlamları ve etimolojisi için bkz.; İsmail Karagöz, Kur’an’da Dört Kavram, (KAR) Kur’an Araştırmaları Serisi (5) II.Baskı, Ankara 1999, s. 31 vd.; Mustafa Çağırıcı, “Adâlet -Ahlakta”, D.V. İslam Ansiklopedisi, I/ 341; Osmanlıca -Türkçe Ansiklopedik Büyük Lügat, Heyet, Türdav yayınları, İstanbul 1981, I, 339

[9] bkz. el-Cevherî,  es-Sıhah Tâcü’l-lüğa ve Sıhâhü’l-Arabiyye., Thk.Ahmed Abdülgafur Attar. Mısır-Tarihsiz ,V. 1761; İbn Manzur, Lisânü’l-Arab,  Beyrut 1956, XI, 432; Asım Efendi, Kamus Tercemesi, İstanbul 1886, III, 1430.

[10]       Adalet kavramını “dengeleme” şeklinde izah eden filozofların başında Platon ve Aristoles gelmektedir. Özellikle Aristoteles adâleti iki ayrı yönden değerlendirir; dağıtıcı ve denkleştirici (düzeltici) adalet. Bunları da birbirinden ayırmanın zorunluluğunu belirtir. Dağıtıcı adâlet, şeref ve malların paylaştırılmasında herkesin kaabiliyet ve toplum içindeki durumuna göre kendi payına düşeni almasını öngörür. Bu adaletin fonksiyonu, kişi ile toplum, kişi ile devlet arasındaki ilişkileri düzenlemektir. Böylece eşitlik ilkesine bağımsız ve uygulama bakımından önemli bir yer verilmiş olmaktadır ancak burdaki eşitlik mutlak değil izafi (göreli) bir keyfiyet taşımaktadır. Denkleştirici veya düzeltici adâlet ise, hukûkî ilişkilerde tarafların eşit muâmele görmesidir. Bu uygulamada objektif olunması zorunludur.  Fazla bilgi için bkz. A.Güriz, a.g.e. “adâlet kavramının belirsizliği”, shf. 5-6. Denge konusu, İslam felsefesinde de genel kabül görmüştür: Fârâbî, insanın bio-psişik yapısının işleyişinde de “adâlet” in esas olduğunu belirtmiştir. Buna göre kalbin hizmetinde bulunan beyin, onun ısısını dengede tutar ve bu sayede öğrenme ve hatırlama, tahayyül ve düşünme gibi psikolojik aktivitelerin - sağlıklı bir şekilde işlemesi- demek olan adâlet gerçekleşmiş olur. Bunun sonucunda da insana yakışır fiiller, iyi ve dengeli davranışlar doğar. Fârâbî, El-Medînetü’l-Fâzıla, Kahire (tarihsiz), s.54’den naklen M. Çağırıcı, s.341, 342.

[11] H. Karaman, “Adâlet-fıkıh’ta”, DVİA., I/343-344.

[12] Zuhaylî, a.g.e., VIII/ 443.

[13] Hikmet: şeyleri nasıl ise öylece bilme anlamına gelir ve düşünme gücünün faziletidir.  Zekâ, hatırlama, süratli kavrayış  vb. hikmetin şümulüne giren ikinci derecedeki vazifeleridir. Şecaat: Gazab kuvvetinin ıslahı sonucunda doğan bir fazilettir. İffet, arzu (şehvet) kuvvetinin kontrol edilmesiyle oluşur. Adâlet ise –yukarda belittiğimiz gibi- her üç gücün dengeli bir halde insanda birleşmesi ile meydana gelir. Bir halin fazilet olması için onun nefiste iyice yerleşmesi gerekir. Bu bağlamda faziletli olmakla ahlaklı olmak aynı şeydir. Bu da eylemlerin herhangi bir zorlama olmaksızın ortaya çıkması demektir. Söz gelimi, ara sıra ve kendini zorlayarak başkasına yardım eden birisi cömert kabül edilmez. Bütün faziletler yerleşik yatkınlıklardır. Zorla nefsini kötülüklerden alıkoyan  kişiye “faziletli” (fâzıl) denmez, “zabteden” (zâbıt) denilir. Fâziletli insanların oluşturduğu şehre de “el- medînetü’l-fâzıla”  denir ki, hakîkî saadete ermenin mümkün olduğu, doğru fikir ve davranışların bulunduğu tek yer burasıdır. Farâbî’ye âit olan bu görüşlerin tahlil ve değerlendirilmesi ve fazla bilgi için bkz. Mehmet Aydın, “Ahlak-İslâm Felsefesinde”, DİA, c.II, s.11 vd. Ayrıca krş.,Ahmet Akgündüz, Osmanlı Kanunnâmeleri ve Hukûkî Tahlilleri, c.III, s. 23 vd. Akgündüz burda İdris-i Bitlisi’nin “Kanûn-ı Şehinşâhî” sini neşr ve tahlil ederek; iffet, şecaat ve hikmet’in hadd-i itidalinin bileşkesinden ibaret olan adâleti ele alır. Padişahların iki çeşit adalete riayetle mükellef olduklarını, bunlardan birincisinin; umumi manada herkesin muhtaç olduğu hususi dairedeki ahvalin intizamı için, ikincisinin ise; tebası ve saltanat dairesinde nizamı temin için, maslahat-ı âmme için gerektiğini belirtir. Yine aynı yerde adâletin ferileri olarak da; sadakat ve şefkat ile vefâ ve hüsn-ü mükafat hasletlerinin zikredildiğini nakleder.  

[14] M.Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul 1992, V/ 523.

[15] Bkz. Lukman Sûresi, 13.ayet: “Lokman oğluna nasihat ederken : Oğulcuğum, yavrum dedi, Allah’a şirk koşma! (Allah’a eş, ortak uydurma!) Çünki şirk, pek büyük bir zulümdür.”  Çünki zulüm, bir haksızlık olup, bir şeyi yerinden başka bir yere koymaktır. Allah’ın hakkını, Allah’tan başkasına vermektir. 

[16] Bu hadisi Ahmed b. Hanbel, Taberani, Ebu Musa’dan: “Kendilerinden merhamet istendiği zaman  merhamet ettikleri, hükmettikleri zaman adalet yaptıkları, paylaştırdıkları zaman adaleti gözettikleri sürece bu iş, Kureyşliler arasındadır...” şeklinde rivayet etmişlerdir. Et-Terğîb ve’t-Terhî, III/171. Bkz. Vehbe Zuhaylî, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, (terc. Heyet), İstanbul 1990, VIII/ 441.

[17] Hadisi Tirmizi, el-Evsat’ta Taberani Ebu Said el-Hudrî’den rivayet etmektedir., Zuhaylî, s. 442. Buharî’de yer alan bir başka hadisde, kıyamet günü Allah’ın gölgesine sığınmalarına izin verilen yedi ayrıcalıklı sınıf zikredilirken birinci sırada gelenlerin  âdil devlet başkanları olduğunu görüyoruz. Şöyle ki: “Yedi kimseyi Allah Teâlâ kendi gölgesinden başka gölgenin bulunmadığı (Kıyâmet) gününde kendi gölgesi altında barındıracaktır: (Birincisi) imâm-ı âdil (adâletli devlet başkanı), (ikincisi) Rabbine (taat ve) ibâdetle meşgul ve ona yönelmiş genç, (üçüncüsü) gönlü mescidlere bağlı kimse, (dördüncüsü) sadece Allah için seven veya nefret eden iki kişiden her biri, (beşincisi) makam, mansıb ve güzellik sahibi bir kadının arzu dolu teklifine karşı ‘Ben Allah’dan korkarım’ diyerek haramı işlemekten kaçınan erkek, (altıncısı) birisine sadaka veya herhangi bir maddî yardımda bulunan ve bu yardımı yaparken sol elinin bile haberi olmayacak şekilde gizli yapan kişi, (yedincisi de) tenhâ yerlerde Allah’ı anıp da gözü yaşla dolup taşan kimse.” Fazla bilgi için bkz. Ez-Zebîdî, Sahîh-i Buhârî  Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, (Müt. Ahmed Naim), Diyanet. İş. Bşk. yay., II, Ankara 1978, s.621-623. Şâyân-ı dikkattir ki, yukarda sıralanan bu yedi sınıf, -kanaatimce-, sağlıklı, huzurlu ve mutlu bir toplum için gerekli yedi temel esası belirtmektedir. Bunlar sırasıyla; Adâletli, dürüst ve güvenilir yönetici; erdemli ve dinamik genç nüfus; mukaddeslerine gönülden bağlı bir toplum; eylemlerini gösteriş için değil sadece inandığı için yapan samîmî insanlar; karşı konulması çok zor, nerdeyse imkansız olan en câzib yasak tekliflere bile karşı koyabilecek iradeyeve güce sahip iktidar mensupları, her fırsatta kendisini kenara çekip bir iç muhasebesi veya öz eleştiri yapabilen, bunu yaparken de kendisi ile yaratıcısı arasındaki münasebeti unutmayan hakperest şahıslar.             

[18] Devlet başkanı (imam) na itaat olunmasının zorunluluğu veya gereksizliği konusunda detaylı bilgi için bkz. Ömer Nesefî, a.g.e., s.190-191.  

[19] Suat Yıldırım, Kurân-ı Hakîm ve Açıklamalı Meâli, Fezâ Gazetecilik, İstanbul 1998, s.99

[20] S.Yıldırım, s.107

[21] Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, Mısır 1961, s.325.

[22] el-Kurtubî, (ö.671/1272), el-Cami’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, Kahire 1935, X, s.166’dan naklen İsmail Karagöz, a.g.e., 52-53

[23] Safa Mürsel, Devlet Felsefesi, İstanbul 1976, s. 511-512. (Mektubat, s.55-56’dan naklen)

[24] H.Atay, İslamiyât I,(1998), sayı 4, s.258-259.; Ayr.bkz. B.Lewis, İslamın Siyasal Dili, çev. F.Taşar, 1992, s. 142 vd.   

[25] Fazla bigi için bkz. Aydın Kezer, Türk ve Batı Kültürü Üzerine Denemeler, Ankara 1990, s.7 vd.

[26] “sosyal adâlet” kavramı, batı toplumlarında gerçek anlamda XX. yüzyılın ürünü olarak, özellikle de çoğulcu demokratik toplumların dayanağı, itici gücü ve amacı olarak karşımıza çıkmaktadır. Sosyal adâletin amaçlarından biri olan “sosyal ve ekonomik haklardan” ilk sözeden 1793’de Robespierre olmuştur. Bu tarihte kabül edilen ve Anayasanın başına eklenen bildiride bu konu maddeler halinde yer almıştır. Fazla bilgi için bkz. Ülker Gürkan, “sosyal adâlet”, Adâlet Kavramı, ed.Adnan Güriz, s. 77 vd.

[27] H.Karaman, İslam’ın Işığında Günün Meseleleri, I, İstanbul 1988, s. 410-411.

[28] Diğer şartlar ve daha fazla bilgi için bkz. İbn Nüceym, Kitâbü’l-eşbâh ven-nezâir Alâ Mezhebi’l-İmami’l-Azam Ebî Hanifeti’n-Numan, Kahire 1322, s.157 vd.

[29] Maverdî, El-Ahkâmü’s-Sultâniyye Ve’l-Vilâyetü’d-Diniyye, Kahire 1386, s. 4 –5.; Geniş bilgi için bkz. Ömer Nesefî, İslâm İnancının Temelleri Akâid, (Haz. M. Seyyid Ahsen), İstanbul 1994, s.191 vd.

[30] Maverdi, a.g.e., s.18-20; Nesefî, a.g.e., 199.

[31] Zuhaylî, a.g.e., s.442.

[32] İbnü’l-Esir, el-Kâmil fi’t-Tarih Tercümesi, (terc.Ahmet Ağırakça), İstanbul 1991, III/ 62.

[33] a.g.e., s.63.

[34] Fazla bilgi için bkz. Nejdet Gök, Beylikler Döneminden İtibaren Osmanlı Diplomatikasında Berât Formu, Marmara Ünv. Türkiyat Enstitüsü yayınlanmamamış doktara tezi, İstanbul 1997.

[35] M.Fayda, “Hz. Ömer Devri”, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, İstanbul 1986. II/ 178-180.

· Bu konuda geniş bilgi için bkz.H. İnalcık, Osmanlıda Devlet, Hukuk, Adalet  ; Günümüz diline de çevrilerek tahlili yapılmış adâletnâmeler için ayrıca bkz. A.Akgündüz, Osmanlı Kanunnâmeleri ve Hukûkî Tahlilleri,  c.I, s.99-100; c.III, s.23,24, 27 ve aynı ciltte s.  182-190 da Menteşe Sancağı Adâletnâmesi; s.457’de ve c.V, s.379-380’de Semendire Sancağı adâletnameleri (İnalcık, Osmanlıca olarak neşretmiş) , c.VI, s.313’de “Rumeli eyâleti Para Voyvodaları Yasaknâmesi” (İnalcık bu yasaknâmeyi, adı geçen makalede daha önce Osmanlıca olarak neşretmiştir) , c.VIII, s.99-103; yine aynı cilt s.613-630 da III.Mehmed devri adâletnameleri, c.IX, s.555-577.

[36] H.İnalcık, “Adâletnâmeler”, Belleten, c.II, s.3-4 (1965), s.49; Ayrıca, The Ottoman Empire, The Classical Age 1300-1600, (London: Weidenfeld and Nicolson, 1993), 65-69; a.mlf., Essays in Ottoman History, Eren Yay., İstanbul 1998, shf. 120 vd.; “State and Ideology under Sultan Süleyman I”, The Middle East and the Balkans under the Ottoman Empire, Bloomington 1993, 69 vd.

[37] İnalcık, Adâletnâmeler, s.52-53

[38] Bkz. Ebu’l-Abbas Ahmed al-Kalkaşandî, Subhü’l-aşâ fî kitâbeti’l-inşâ, c.XII, s. 4, 31 vd., Kahire 1331/1913.

[39] İnalcık, a.g.m., s. 51-52. Aynı makalede, bu bidat çeşitleri  ve çeşitli devirlere âit adâletnâmelerin muhtevâ açısından tahlilleri vb. konularda geniş bilgi verilmiştir.

[40] H.İnalcık, “Adâletnâme”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, c.I, s.346.

[41] İnalcık, gösterilen yer.

[42] Osmanlı siyâsî düşüncesinin temel konuları ve problemleri çerçevesinde ele alınan, belli başlı eserlerle ilgili yorum ve değerlendirmeler için bkz. A.Yaşar Ocak, Osmanlı Medeniyeti Tarihi (ed.E.İhsanoğlu), İstanbul 1999, c.I, s.164 vd.

[43] Geniş bilgi için bkz; S.M.Arsal, “Kudatgu Bilig”, İ.Ü.Hukuk Fakültesi Mecmuası, (1947, s.2), 657-683; Taşköprülüzâde, Ahlâk-i Alâî, II, 49, İstanbul 1284; Tusun Bey, Tarihu Ebi’l-Feth, (nşr.M.Tulum), 10 vd, İstanbul 1977; O.Turan, Türk Cihan Hakimiyyeti Mefkûresi Tarihi, 334 vd. 2.bsk., İstanbul 1974; H. İnalcık, a.g.m., s.49; Yusuf Halaçoğlu, “Osmanlı Devlet Teşkilatı”, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, c.XII, s.306-307.; Osmanlı Devleti Tarihi II, Ed. E.İhsanoğlu, Feza Gazatecilik, İstanbul 1999, s.443-444. Ancak, Osmanlıcada adâlet ile hakkaniyet zaman zaman bir birinden biraz farklı anlamda kullanılmıştır. Adâlet, devletin çıkardığı yasaya göre doğruyu yanlıştan ayıran yazılı bir yargı ve esastır. Hakkaniyet ise iyiyi kötüden, doğruyu eğriden ayırmak üzere Yaratıcı’nın bizlere, kullarının bilinç ve vicdanlarına koyduğu duygudur. Balasagunlu Yusuf Kutadgu Bilig’de köni demekle “adalet”i değil “hakkâniyet”i anlatmak istemiştir. bk. A.Dilaçar, Kutadgu Bilig İncelemesi, s.149, TDK., Ankara 1995.

[44] H.İnalcık, “Şeriat ve Kanun, Din ve Devlet”, İslamiyat, c.I, sy. 4, s.142, Ayrıca bkz. “Kutadgu Bilig’de Türk ve İran Siyaset Nazariye ve Gelenekleri”, Reşid Rahmeti Arat için, Ankara 1967, “Adaletnameler” gösterilen yer.

[45] İnalcık, İslamiyât, s.137.

[46] H.Darke neşri, Tahran 1962’den naklen İnalcık, gösterilen yer.

[47] Nizâmî, Mahzen-i Esrâr, çev. M.Nuri Gençosman, M.E.B.yay., İstanbul 1986, s.75-76

[48] Nûşirevân, Sâsânîler’den Kubad Şah’ın oğludur.  48 yıl adâletle hüküm sürmüştür. Hz. Muhammed (s.a.s) bu hükümdarın günlerinde doğmuştur.

[49] Molla Câmî, Baharistan, çev. M.Nuri Gençosman, M.E.B. yay., İstanbul 1989, s.75 vd.

[50] Genelde, adalet ve zulüm kelimeleri birbirinin zıddı olarak kullanılırken burada, “bozuk ve fenalık, karışıklık, haddi tecavüz etmek” anlamına gelen “fesad” kelimesi tercih edilmiş ve adaletin karşıtı olarak kullanılmış. Fesad’ın zıddı ise “bir şeyin en iyi hali, sulh, iyileşme, düzelme” yi ifade den “salâh” kelimesidir.  

[51] O. Turan,Türkiye Selçukluları Hakkında Resmi Vesikalar- Metin, Tercüme ve Araştırmalar, Ankara 1988, (Tekarirü’l-Menâsıb, ves.1)

[52] Târîh-i Vassaf, İstanbul 1219, s. 280.

[53] Telhîsü’l-Beyân, Paris Bib. Nat. Fonds turc No.40, 120b.’den naklen İnalcık, a.g.m., s. 51.

[54] Feridun Bey,  II, 491-493

[55] Feridun Bey, I, 500-501.

[56] Söz konusu vakfiye konusunda yapılan çalışma ve fazla bilgi için bkz. İbrahim Ateş, Kanûnî Sultan Süleyman’ın Su Vakfiyesi”, Kültür ve Turizm Bak., Ankara 1987.

[57] Bkz. Feridun Bey, a.g.e.., c.I/480-483.

[58] Büyük Lügat, I, 1067.

[59] İlber Ortaylı, “Osmanlı kadısının taşra yönetimindeki rolü üzerine”, Amme İdaresi Dergisi, XI/I (Ankara   1976) s. 95-107.

[60] Bu konuda detaylı bilgi için bkz. Halil Cin-A. Akgündüz, Türk Hukuk Tarihi I ve II, Konya 1989.

[61] M.Akdağ, Türkiyenin İktisâdî ve İçtimâî Tarihi, I, 333 vd., Ankara 1959.

[62] Bkz: Stachove, Voyage du Levant, s.148’den naklen R.Mantran, La vie quotidienne à Constantinople au temps de Soliman Le Magnifique et de ses successeurs, Paris !965, s.98; Y.Halaçoğlu a.g.m., s.310, dn. 3.

[63] R.Mantran, göösterilen yer.

[64] S.Shaw, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, çev. M. Harmancı, İstanbul 1982, s. 243. 

[65] a.g.e., s.381 vd.