Osmanlı
klasik dönemi vesikaları arasında, sultan adına hazırlanan
(sultânî) belgelerden birisi olan berât veya -padişaha ait olduğunu
belirten sıfatla birlikte- “berât-ı hümâyûn” kısaca; verilen
kişilere yetki ve ayrıcalık sağlayan veya devlet
malları üzerinde tasarruf veya mülkiyyet hakkı te’min eden ve verilen
hakları üçüncü şahıslar karşısında tasdik eden,
tuğralı hükümdar buyruğudur.
Fransızca
“diplome”, (ordonance royale), İngilizce “privilige”, Almanca “befehl” kelimeleri ile ifade olunan berât
(çoğulu “berevât”) kelimesi hepsi de Osmanlının son
dönemlerine ait olan Osmanlıca
lügatlerde, kısaca şöyle tarif edilir:
“Bir nev’î
mîrîden verilen imtiyaz senedi”[1]. “mektup, çoğulu berevât gelir”[2]. Kâmûs-i Osmânî’de o günkü kullanılışına göre; “
Yazılmış kağıt mânâsınadır.
Istılahımızda nişan, rütbe, memuriyet, maaş ve
imtiyâzât-ı muhtelife içün taraf-ı devletden yazılıp
verilen kağıd-ı resmî, fermannâme demektir. Cem’î berevât gelir”[3]. Ahmed Vefik ise “Lehçe-i Osmânî” de berat kelimesini
zikretmiyor. Yalnız “ferman”ı açıklarken “Emir, emirnâme,
buyruk, buyruldu, divan emirnâmesi, yarlığ ve büyük berat”
ifadelerini kullanıyor.
Yine son dِnemlere, yani
XIX. asra âit “usûl-i inşâ” (diplomatika) eserlerinde beratın tarifi
şu şekilde yapılmıştır:
“Taraf-ı
devletten bir nevî imtiyaz senedi olup, cihât-ı mütenevvia ve rüteb-i muhtelife tevcihine ve nişân-ı hümâyûn i‘tâsına dâir devâir-i devletten hatt-ı divânî ile yazılır”[4]. Bir başka tarif: “İmâmet, kitâbet, tevliyet gibi hidemât-ı şer‘iyye tevcih olanlara bâ-irâde-i seniyye Evkâf-ı Hümâyûn Nezâreti ma‘rifetiyle i‘tâ kılınan fermanlardır”[5]. Son iki tarifin birincisinde “cihât-ı mütenevvia” tabiri yerine, “hidemât-ı şer‘iyye” ifadesi kulanılmıştır ki her
ikisi de vakıf ve dinî görevlerle ilgili görevlilere verilen beratları
belirtir. Ayrıca ikinci tarifte, berât tevcih eden makam olarak
yalnızca Evkaf Nezareti zikredilmektedir. Bu son durum Tanzimat
sonrasını aksettirmektedir.
Adlî, hukûkî ve idârî yapıda pek çok değişikliklerin
görüldüğü tanzimat dönemi, berât ile görevlendirmeyi oldukça dar bir
sahaya hapsetmiş ve zamanla Evkaf Nezaretini ilgilendiren konularla
sınırlandırmıştır. Bunun dışında
üstün hizmet gösteren bazı şahıslara verilen berât ve madalyalar
ise “imtiyaz nişanı”
şeklinde adlandırılmıştır. Yine bu dönemde yüksek
rütbeli devlet memurlarının tayinlerinde “fermân ile tevcih” esas
olmuştur. Diğer yandan tüccar, elçi, konsoloslukta görevli
tercümanlar ve metropolitler gibi bazı görevliler için berât tevcihine
devam edilmekle birlikte, küçük rütbeli veya rütbesiz şahıslar
için berât yerine rüûs (bir çeşit tayin ve görevlendirme
vesikası) la görevlendirme yoluna gidilmiştir.
“Osmanlı
Diplomatikası El-Kitabı” yazarları Recyhman ve Zajaczkowski beratı, “Bu terim özellikle yüksek mevki sahiplerinin
tayinleriyle feodal sınıfa yapılan mal-mülk
bağışları ve belirli konularda verilmiş
ruhsatları belirtir”[6] şeklinde
tanımlamışlardır.
“Beratlı”,
müsâadeli ve imtiyazlı demektir. “Eli beratlı” şeklinde
kullanılınca “yetki sahibi” anlamına gelmektedir. Bu tabir,
XVIII. Asırdan itibaren, Osmanlı devletindeki, konsolos, tercüman ve
yardımcıları ile gayr-i müslim reayadan olup kendilerine berât
tevcih olunmuş kişiler için kullanılmıştır[7].
Klasik
Osmanlı tarihlerinde ilk def’a Aşıkpaşa-zâde’de yer alan
“berât” tabirinin, aşağıda oldukça detaylı olarak ele
aldığımız gibi,
XV.yüzyıldan itibaren Osmanlı diplomatikasına
yerleştiğini görüyoruz. Burdaki ifadelerden Sultan Murad Han’ın
“kendi beratıyla timar verdiğini” Bayazid Han döneminde de
“timarların dahi beratı Bayazid Han adına olduğunu”[8] öğreniyoruz.
“Ahidnâme” ve “temliknâme-mülknâme” ler de birer berât çeşidi olmakla birlikte
diplomatik unsurlar açısından önemli farklılıklar
taşıdığından buraya dahil edilmemiştir.
Berât formunun
kapsam ve özelliğini belirten bu açıklayıcı girişten
sonra, berât kelimesinin, kökeni, sözlük anlamı, Osmanlı inşâ ve
kitabetinde, yeni tabiriyle; osmanlı diplomatikasında ilk defa bu
isimle yer alması ve daha önce berât anlamında kullanılan hüküm,
biti, misal vb. tabirler üzerinde duracak, örnekleriyle açıklamaya
çalışacağız.
Biz burda
kullandığımız “berât” (bazen de nişân) kelimesi ile
yukarda kaydettiğimiz, “sultan tarafından verilen tüm yetki, tevcîh ve imtiyaz belgeleri” ni kasdediyoruz.
1.Berât Kelimesinin Kökeni ve Osmanlı’da İlk
Kullanımı
Berat;
arapça "Berae -Berâet"
kelimesinin hemzesinin atılarak
Osmanlı türkçesine uyarlanmış şeklidir. Berâet ise b-ra-e' fiilinden
türemiş bir mastardır[9].
Kelimenin kök
anlamı ile ilgili olarak lügatlerde
şu açıklamaları görüyoruz:
Be-ra-e', fiili Allah için
kullanıldığında "hiç bir şeyi örnek almadan,
modelsiz olarak yaratma, yaratmak" demektir.
Burdan türetilen el-Bari' kelimesi de "yaratan, maddesi
ve modeli olmadan icad eden, sıfatlarında yaratıklara
benzemekten beri' olan, bir çok farklılıklarına rağmen
evrenin bütün parçalarını ahenksizlik ve düzensizlikten uzak olarak
meydana getiren, “inşa’ eden” anlamında
Allah'ın isimlerinden biridir.[10]
Yaratma veya
yaratmak anlamının dışında, "kurtulma, borçtan ve
ayıptan kurtulma, temize çıkma, ayrı ve uzak olma, kişinin
bir sorumluluktan kurtulması veya yükümlülüğünün olmaması, bir şeyden
veya bir kimseden uzak kalıp onunla ilişkiyi kesme, hastanın
iyileşmesi ve hastalıktan kurtulması, bir şeyin kendisinden
olmayan şeylerden ayrılması, tasaffi etmesi ve halis
olması" gibi anlamları kapsamaktadır.[11]
"Bir
şeyin kendisinden olmayan şeylerden ayrılması, tasaffi
etmesi (saflaşması) ve halis olması" ifadesi Osmanlı
beratlarının taşıdığı anlama da uygun
gözükmektedir. Ayrıca, "ayrı ve uzak olma" manası da görüşümüzü
desteklemektedir.
Şöyle ki;
kendisine berat tevcih olunan sıradan bir kişi, bizzat sultanın
tuğrasını taşıyan berata sahip olmakla, bulunduğu
makam ve tasarrufta bulunduğu malda sultan adına icraatta bulunuyor.
Beratlı olduktan sonra sosyal statüsü yükseliyor ve askerî sınıf
a dahil oluyor. Berât metinlerinde belirlenen yetki ve imtiyazlarla
ayrıcalıklı bir konuma yükseltiliyor ve bu haliyle
hem-cinslerinden ayrılmakla kalmıyor, aynı zamanda tasaffi
ederek (saflaşarak) pak ve temiz bir kimliğe sahip olduğu bizzat
en büyük otorite olan sultan tarafından tescil olunuyor.
Özellikle
idareci sınıfa âit beratların nakil bölümünde bu
ayrıcalık ve üstünlüğü belirten bazı tabirler
kullanılır. Bunlardan en çok kullanılanlar;
“kıdvetü’l-emâsîl
ve’l-akrân”(benzerleri ve akranları arasında en önde geleni ) veya
“kıdvetü’l-emâcîd ve’l-ekârîm”(şerefli ve cömertlerin en önde geleni)
vb. tabirleridir. Bu ayırt edici, üstün özellikleri
taşıdığı için kişi, berât sahibi olmaya liyakat
kazanmıştır.
Daha önceden
kendisine berât verilmiş bir şahısta, saf, temiz ve dürüstlük
gibi üstünlük belirten sıfatlarına zarar verecek, yüz
kızartıcı bir durum tesbit edilirse beratı mutlaka elinden
alınır. Her türlü dâvânın büyük titizle görüşülüp,
hakkın ve adâletin tecelli etmesi için her türlü imkanın seferber
edildiği bir devlette, böyle bir konuda açacağı dâvâ bile kabül
edilip dinlenmez. Artık o, berata layık olma saflığını ve
ayrıcalığını yitirmiştir.
Örneğin
III.Ahmed Devri’ne âit bir timar beratında bu konuya şöylece
işaret olunmuştur;
“...her hal ile
eşkıyâ ve haramzâdeye muîn olduğu zâhir ve nümâyân olmagın
bu makûle timar ve zeamet tasarrufu hilâf-ı kânun olmagla....bu makûle
efâl-i şenîa ve ahvâl-i kabîha sahibinin zeameti tasarrufu hilâf-ı
kânun olmagla zeâmeti üzerinden ref’ fîmâ-ba’d... dâvası istima’ olunmamak
üzere kaydına şerh virilmek şartıyla zeâmet-i mezbûr hâssa
silahşörlerimden....kıdvetü’l-emâcîd ve’l-ekârîm Mustafa
zîde-mecduhûya...mezbur ehl-i fesad Ahmed Çavuş tahvilinden..tevcih olunub
virdüm ki zikr olunur...”[12]
Sadeleştirecek
olursak:
(her durumda
eşkıya ve haramzâdeye yardımcı olduğu açıkca
belli olduğundan, bu şekilde timar ve zeamet tasarrufu kanuna
aykırı olduğu, ve buna benzer kötü ve çirkin işlerle
uğraşan bir adamın zeamet tasarruf etmesi de kanuna
aykırı olduğundan, zeameti kendisinden alınsın ve bu
konuda açacağı dâvânın dinlenilmeyeceğine dâir kayıt
düşülsün. (Ve ben sultan bu yüzden); söz konusu zeameti özel
silahşörlerimden...şerefli ve cömertlerin önde geleni Mustafa
ki, –Allah onun şerefini
artırsın-, ehl-i fesad Ahmed Çavuş’tan alıp kendisine
tevcih edip verdim...)
a.İslâmî
Literatürde “Berât” Kelimesi
“Be-ra-e”
kökünden türetilmiş bir çok kelimenin kullanıldığı
Kur’ân-ı Kerim’de "Berât" kelimesi, "Berâetün"
şeklinde sadece iki sûrede yer almaktadır.
Birincisi;
(Kamer Suresi 43. ayet) tir ki meali şudur: "Sizin inkarcılarınız
bunlardan daha mı üstündür? Yoksa kitaplar (ez-Zübür) da size bir
kurtuluş belgesi (Berâet) mi var?"[13].
Burda,
"Berâet" kelimesi “kurtuluş, muâfiyet ve garanti belgesi”
anlamında kullanılmıştır.
Burdaki iki
kelime konumuz açısından dikkat çekicidir.
Bunlardan
birincisi “berâet” diğeri de “ez-Zübür” dur. Berâet kelimesinin
anlamı yukarda belirttiğimiz gibi, “kurtuluş, muâfiyet, yetki ve
garanti belgesi”dir.
“ez-Zübür” ise,
“zibr” kökünden türetilmiş “ez-Zebûr” kelimesinin çoğuludur.
“Yazılı şey, mektup ve kitap” anlamına gelmektedir. Bu
anlamda Câhiliye Devri şâirleri tarafından da
kullanılmıştır (İmru’l-Kays’ın
kullanışı için bkz. Taberî, VII/ 451). Zebur aynı zamanda
Dâvud Peygambere indirilen ve içinde hikmet ve vecîzeler bulunan ilâhî
kitabın adıdır[14].
Âyette ki, ifâdelerden “berâet”in yazılı bir
form şeklinde belli kitaplarda kayıtlı olduğunu
anlıyoruz. Ayrıca kelimenin o
gün de bilindiği ve kullanıldığı ilgili kaynaklarda
belirtilmektedir. Nitekim arapların, İslâm’dan önce her ayın
birinci veya sonuncu gün veya gecelerine “berâet” adını verdiklerini
de biliyoruz[15].
Bu
açıklamalardan sonra şu yorumu yapabiliriz:
Bu belge
sahibine
ِyle bir imtiyaz ve güç kazandırmaktadır ki,
-evvelki âyetlerle de irtibat kurulduğunda- “Siz (inanmayanlar) öyle rahat
ve kayıtsız, kendinizden öyle eminsiniz ki, böyle davranabilmeniz
için ya, güç ve kudret sembolü Firavun ve ordularından daha güçlü
desteğiniz olmalı ya da ona karşılık size garanti,
yetki ve imtiyaz sağlayan bir
beratınız olmalı”
Burdan
anlaşılıyor ki, berat; sahibine,
Güç, kuvvet ve
kudretin yanında, aynı zamanda emniyet ve güven kazandıran bir
“yazılı belge”dir.
“Beraet”
kelimesinin yer aldığı ikinci âyet ise; Tevbe Suresi 1. ayetidir. Zaten bu surenin bir diğer adı
da “Berâe Sûresi”dir. Surenin başlangıcınde yer alan bu kelime
konusunda, konunun uzmanları değişik yorumlar
yapmışlardır. Surenin ilk ayetlerinde müşriklere güven
içinde bulunacakları dört aylık bir süre tanınması, bu süre
zarfında kendilerine hiç bir tecâvüz hareketinde
bulunulmayacağının Allah ve Rasûlü tarafından garanti
edilmesi, kelimeye, "af, kurtuluş, muâfiyet"
anlamlarını kazandırmaktadır ki bu, Kamer Sûresi’nin
yukardaki ayetine de uygun düşmektedir.
Fakat bazı
yorumcular daha sonraki ayetlerde
tanınan bu dört aylık mühlet bitiminde müşriklerle
ilişkinin savaş hali olacağının belirtilmesini göz
önüne alarak, Berâet kelimesine "her türlü ilişkiyi kesme, onlardan
uzak durma, ültimatom"[16] anlamlarını vermişlerdir. Bu
kelimenin bir türevi olan "Beri' " de Kur'an'da daha çok bu anlamda
kullanılmıştır.
Bu ayeti
Elmalılı Hamdi Yazır, özetle şu şekilde
yorumlamıştır;
"Berâet" kelimesinin kök anlamı,
"Müfredât"[17] ve
"Besâir"[18] de
açıklandığına göre herhangi bir çirkin şeyden
kurtulmak ve uzaklaşmak demektir. Kadı Beydavî Bakara Suresi 54. âyetinin
tefsirinde “berâet” kelimesini şöyle açıklar; bu, bir şeyin
kendisinden olmayan şeylerden arınıp saf hale gelmesi, halis
olması anlamındadır. "Hasta hastalığından,
borçlu borcundan berî oldu." denildiği zaman “kurtulmak”
anlamında söylenmiş olur. Allah Adem'i balçıktan berâe eyledi. denildiği zaman saflaştırmak şeklinde
inşâ etmek
anlamında kullanılmış demektir.[19] “Berât-i zimmet
asıldır” denildiğinde, başından itibaren inşa
suretiyle olan hulûs, yani halislik ve selamet manası
kasdedilmiş olur. Cezada suçtan berâet etmek de böyledir. Lakin borçtan
berâet yine aynı anlama gelebileceği gibi, daha ziyade ibrâ’ ve
arınma şeklinde olur ki, bu da "tasaffî" (saflaşma,
temizlenme, arınma) denilen kurtulma yoludur.[20]
Bu ayette berâet "herhangi bir ayıptan ve noksanlıktan salim olmak ve
uzaklaşmak" demek olan aslî manasını korumakla birlikte bilhassa
siyaset hukuku ve milletler arası hukuk dilindeki terim anlamı olan
"savaş çıkmasını gerektiren bir ilişki
kesme" yi de ifade etmektedir. Ancak ilişkiyi kesmeden önce belli bir
süre tanınmaktadır ki, bu zaman dilimi içinde karşı tarafa
aslâ bir “dahl ü tarruzda bulunulmayacak ve müzâhim olunulmayacaktır.” Bu durum söz konusu âyette şöyle belirtilir:
Bu bir
berâettir, yani bu öyle önemli ve kesin bir ilişki kesmedir,
saldırmazlığın sona erdirilmesidir ki, Allah'tan ve
Resulü'nden o antlaşma
yapmış olduğunuz müşriklere. Ey müşrikler! Şimdi
siz yer yüzünde dِrt ay serbest
gezebilirsiniz... [21].
Yukarda da
belirttiğimiz gibi, kelimenin kök anlamları nazara
alındığında, “berâet” kelimesine “af ve kurtuluşa
erme, kurtuluş belgesi, muâf ve imtiyazlı olma, benzerlerinden
ayrılma” anlamlarını vermek daha uygun gözükmektedir. “Berat
Gecesi” kavramı da bu görüşümüzü desteklemektedir. Bu durumda âyete
tekrar baktığımızda, şunu anlıyoruz:
“daha önceden
kendileri ile anlaşma yapılmış olan müşrikler” dört ay
boyunca her türlü müdahaleden kurtulmuşlar, bu konuda onlara belli bir
süre için de olsa bir imtiyaz ve bir muâfiyet verilmiştir. Böylece
diğer müşriklerden ayrı bir statüye konulmuşlardır. Bu
önemli bir ayrıcalık ve imtiyazdır ve Osmanlı
Diplomatika’sında kullanılan “berat” formunun anlamına da uygun
düşmektedir.
Âyetleri tahlil ettiğimizde ayrıca şu
noktaları tesbit etmek mümkündür:
1-Berat sadece,
kendileri ile ahid yapılan ve ahidlerinde sadık kalan müşriklere
verilmektedir. Berattan önce verilmiş bir ahid söz konusudur.
2-Beratı
veren, berat verilenlerden üstün bir konumdadır. Bu sebebden dolayı,
berat sahibi olmada hak etmeden ziyade, bir lütuf ve bağış
esprisi vardır.
3-Karşılığında,
belli görev ve sorumluluk istenmektedir. Aksi halde berat geri alınabilir.
4- Beratı
veren ve alanlar dışında üçüncü şahısların da
dikkati çekilmektedir. Tevbe Sûresi’de bunlar âyeti okuyan veya duyan tüm
müslümanlardır ki, onlardan beratın şartlarına
uymaları ve dikkat etmeleri istenmektedir.
5-Berat belli
bir süre için verilmiştir. Bu süre sonunda beratın hükmü
karşı tarafın davranışlarına göre
değişikliğe uğrayacaktır.
Bu yönüyle bir
berât çeşidi olan ahidnâmeleri hatırlatmaktadır.
6-Bir diğer
sonuç ta Tevbe Sûresi’nin, K. Kerim’de “başında besmele yer almayan
tek sûre” olmasıdır. Bu durum, beratlarla alakalı ayrı
çağrışımlara sebep olmaktadır. Şöyle ki,
İslâm’ın
ilk yıllarından itibaren, çeşitli İslâm devletlerinde
geçerli olan yazışma geleneklerinden birisi de vesikalara
Allah’ın adıyla başlanmasıdır. Bizzat Hz.Peygamber’in
talimatıyla, islama dâvet mektuplarının
başlangıçlarına yazılarak düstur haline getirilen bu geleneğe
titizlikle uyulmuştur. Genel kullanımı “besmele” şeklinde
olan bu vesika rüknüne diplomatika tabiri olarak “dâvet” diyoruz. Doğudan
batıya tüm İslâm aleminde davet rüknünde esas olarak “besmele”
kullanılırken, Osmanlı’da, özellikle fermân ve berât gibi
sultânî belgelerde bu geleneğin terkedilerek sadece özel belgeler için
nadir olarak kullanılması ilginçtir.
Osmanlı
vesikalarında dâvet terimleri olarak “hüve’l-muîn vb.”, “zikrullahi teâlâ
vb.”, “hüve”, “bismihî” vb. klişeler yaygın olarak besmele yerine
kullanılır. Şüphesiz kullanılan tüm klişe ve
tabirlerin tamamı “Allah’a” işaret etmekte, O’nun adıyla
başlanmaktadır. Ancak besmele formülünün, özellikle de beratlarda yer
almaması, bu kelimenin kullanımında berât suresinden
esinlenmiş olunduğu düşüncesini akla getirmektedir.
Araştırmalarımıza
göre, berât terimi bir tayin ve tevcih belgesi olarak, “biti, misal, takrir vb.
yerine, Fatih Sultan Mehmed’in son yıllarında veya II.Bayezid’in ilk
yıllarında Osmanlı diplomatikasına girmiş
olmalıdır. Aşağıda detaylarıyla
açıklayacağımız gibi, berât tabirinin İbranice’den
arab diline geçmiş olduğu düşüncesinden hareketle, bu tabirin
Yahudi nufûzunun Osmanlı bürokrasisinde etkin olduğu bir dönemde
yazışma geleneğine yerleşmiş olduğu kuvvetle
muhtemeldir. Bununla bu tabirin ilk defa söz konusu dönemde
kullanıdığını iddia etmiyorum. İslâm’ın ilk
yıllarına âit rivayetlerden bu kelimenin değişik belge türü
için en azından bir dönem kullanıldığını
biliyoruz[22]. Ancak bu kullanım “tayin, tevcih ve yetki
belgesi” anlamında değil, -aşağıda belittiğimiz
gibi- bir çeşit vergi ödendi makbuzu anlamındadır.
Beraet, Hz.
Peygamber’in sözlerinde genelde “günahtan kurtulma, bir işten veya
zümreden uzak olma” anlamında kullanılmıştır[23]. “Uzak” tabiriyle kasdedilen “ayrı ve
farklı bir konumda olmak”
tır.
İslam
Hukukunda; “Berâet-i asliyye” tabiri, Kelam’da ve Fıkıh Usûlü’nde;
“kişinin, -kanun koyucunun aksine hükmü olmadıkça- sorumlu
tutulmaması” demektir. Yani kişi bir hüküm olmadıkça
yükümlülükten uzaktır ve muâftır.
“Berâet-i
asliyye” Ceza Hukuku’da ise, “kişinin suçsuzluğunun asıl
olması” (suçtan muâf olması) demektir.
Mecellede yer
alan “Berâet-i zimmet asıldır” (Mecele, mad. 8) şeklindeki
kurallla kasdedilen de budur. Hz. Ömer devrinde kendilerinden haraç alınan
gayr-i müslimlere verilen “berat belgeleri” de artık o kişilerden
tekrar vergi alınmaması için verilmiştir. Buyunlarına berât
kağıdı takılanlar, böylece ikinci kez vergi ödemekten muâf
tutulmuştur[24].
İslamî
kültürde Üçaylar’dan birisi olan Şâban Ayı’nın; 15. Gecesi’ne
“Berâet Gecesi” denilmesinin nedeni de “kişinin günahlardan kurtularak temizlenmesi
ve bu gece, Allah’tan beratını alarak, muâf ve imtiyazlı bir
konuma yükselmesi” umulduğundandır. Bu sebeple bu geceye, “Mübarek
Gece, Rahmet Gecesi” denildiği gibi “Sâkk= (senet-belge) Gecesi” adı da verilmiştir[25]
Netice olarak,
bütün bu dînî literatürde “berât” kelimesinin “bir saflaşma, temize
çıkma, bir muâfiyet, özel hak ve ayrıcalık vb.” anlamları
taşıdığını görüyoruz.
b. Berit
(Covenant= akid, ahid, sözleşme ve mukavele) terimi:
“Berit”
(İng: Covenant) kelimesi; İbrânice’de, “ahid” (anlaşma ve
sözleşme) anlamında kullanılan bir tabirdir.
Berât
kelimesinin, İbrânice asıllı “berit” kelimesinin
arapçalaşmış şekli olması kuvvetle muhtemeldir. Arapça ve
İbrânice’nin aynı dil âilesine (Sâmî Diller) mensup olması,
birbirine benzer kelimelerin her iki dilde de yer alması veya ortak
anlamda kullanılmış olmaları zorunluluğunu
doğurmuştur. İbranice’nin yanında diğer sâmî dillerden
de Arapça’ya geçerek yerleşmiş bir çok kelime vardır. Kur’ân-ı Kerim’de de yer alan yabancı kelimelerle ilgili
çalışmaların tarihi oldukça eskidir. Bu konuda Hicrî birinci
yüzyıldan itibaren hazırlanan bir çok kitap günümüze kadar
ulaşmıştır.[26].
Yahudiler’in
kutsal kitabı olan Tevrat’a göre; Allah, çeşitli dönemlerde
insanlarla ahidleşmiş yani onlara “berit” vermiştir. Hz. Nuh ve
onun ümmetine, Tufan’dan kurtulmaları ve bir daha böyle bir olayın
tekerrür etmemesi için berit verilmiş ve buluta konan yay (yani
gökkuşağı) bu ahdin alâmeti (alâmet-i şerîf gibi)
sayılmıştır (bk. Tekvîn, 6/ 18, 19; 9/ 12, 15, 16). Keza, Hz. İbrahim ve
soyundan gelen İsrail Oğullarına da berit verilmiştir. Bu
beritin şartı olarak da onlardan bazı şeyler yapmaları
istenmiştir. Buna göre, sünnet olacaklar, (ki, bu beritin alâmetidir) zinâ
ve fuhşa yaklaşmayacaklar, Tevrat’ın hükümlerine sadakatle
bağlı kalacaklar ve kendilerine bu berit’i veren yaratıcıya
itaat edecekler. (bk. Resullerin İşleri, 7/8) Bu berit (ahid)’e göre,
Ken’ân diyârı onlara miras olarak verilecektir (bk.Tekvîn, 13/15,17;
15/18; 17/ 2-8). Allah ile İsrâil Oğulları arasında bu
sayılanlara benzer daha birçok berit yapılmış ve onlardan
beritin şartlarına uymaları istenmiştir. Ancak onlar
çoğu kez bu beritlerin şartlarına ve alâmetlerine
uymamışlar (bk.Tesniye, 29/25; Birinci Krallar, 19/10; İkinci
Târihler, 12/1; Yeremya, 22/9; Daniel, 2/30) ve bu yüzden
cezalandırılmışlardır (bk. Tesniye, 17/2; Yeşu,
7/11, 23/16; Hâkimler, 2/10; Mezmurlar, 132/12).
Daha sonra
Allah, beritin şartlarına aykırı davranan yahudilere
acımış ve kendilerine yeni bir berit vermiştir. (bk. Yeremya, 31/31-34; 32/37-41). Bu son
berite göre; Allah, şeriatını onların içine koyup yürekleri
üzerine onu yazacak, kendisi onlara “Rab”, onlar da O’na “kavim” olacaklar ve
böylece günahları bağışlanmış olacaktır (bk.
Yeremya, 31/34)[27]. Bütün bu yapılan beritlerden dolayı Yahudiler
(İsrail Oğulları)’e “Berit Oğulları” adı
verilmiştir[28].
Berit terimi ile
ilgili bu açıklama ve örneklere dikkatlice
bakıldığında, Osmanlı’da kullanılan “berât” formu
ile paralellikler olduğu gözden kaçmaz. Herşeyden önce berit,
kıyaslanamyacak ölçüde güçlü olan taraftan, yani Yaratıcı’dan
zayıf tarafa, aciz kullara verilen bir bağış, bir ahiddir.
Ahid tabiriyle kasdedilen; bağış, ihsan, yetki ve
imtiyazdır. Yoksa, eşit veya eşite yakın güçler
arasında yapılan bir sözleşme, osmanlıca tabiriyle bir muâhede
değildir.
Verilen beritin
mutlaka bir alâmeti söz konusudur. Berit alan, beritin şartlarına
riayet edecek, kulluğunu unutmayacak, sadakat içerisinde vazifesini yerine
getirecektir. (bî-kusûr mer’î ve müeddâ kılacak)
Kendilerine
berit verilenlere “berit oğulları” deniliyor. Osmanlı’da ise
berât sahiplerinin genel adı “ehl-i berât veya ashâb-ı berevât”
dır.
Allah’ın
isimlerinden biri olup, “maddesi ve modeli olmadan icat eden, yaratan,
yaratılmışlara benzemekten berî olan, evreni, âhenk içerisinde
meydana getiren; borç ve zimmet altında bulunmayan, ni’metlerini,
yarattıklarına bir bağış ve lütuf olarak veren”
anlamlarını taşıyan “Bâri’”[29] kelimesi de
berât kökünden türetilmiştir.
Yukarda “be-ra-e” fiilinin Allah için
kullanıdığında aldığı anlamı belirtmiştik.
Kur’ân’da iki yerde geçen bu ismin (II/54 ve LIX/24) İbrânice’den arabçaya
geçmiş olduğu ve Peygamber
tarafından özel bir anlamda kullanılmadığı[30] görüşlerini tenkid eden İslâm
kelamcısı Prof. Bekir Topaloğlu, bu kelimenin çeşitli
şekillerde Allah’a nisbet olarak veya farklı anlamlarda Arapçada da
eskiden beri kullanıldığını belirttikten sonra, bu
ortak kullanımın sebebini; vahye dayalı dinlerde ilâhî isim ve
sıfatlarda benzerliklerin bulunmasına olarak belirtir[31].
2. Osmanlı
Yazışmalarında Berât Anlamında Kullanılan Diğer
Kelimeler
Berât,
Osmanlı diplomatikasında XV. asrın son çeyreğinden itibâren yaygın olarak kullanılmaya başlanmıştır.
Bundan önce berât anlamında çeşitli terim ve terkiblerin
kullanıldığını görüyoruz.
a.Hüküm (hükm)
Hüküm;
Lügatlerde, kesin ve kat‘î emir ve karar, kuvvet, hâkimlik, âmirlik, irâde, kumanda, nüfuz, kadılık etmek vs.
anlamlarına gelmektedir[32]
Her hangi bir
konu, iş ve görev için pâdişâh tarfından verilen
yazılı emirlere “hükm-i hümâyûn” denilmiştir. Hangi kalemden
olursa olsun bütün “sultânî vesikalar” genel olarak “hüküm” adı altında
toplanmıştır. Hüküm mâlî işlerle ilgili ise kaydolunduğu deftere “mâlî ahkâm defteri” adı verilirdi. Bir vâli veya herhangi bir idâreciye bir iş için gönderilen hükümlere “fermân”,
bir görev ve yetki için verilmişse “berât” veya “rüûs” denmiştir. Berât ve
nişanların tuğraları çekilip gerektiğinde
doldurulması için bazı bölümleri boş
bırakılmışsa o gibi hükümlere de “nişân-ı hümâyunla mu‘anven beyaz ahkâm-ı şerîfe” adı verilmiştir[33]. Bu nedenle hükümlere; konu ve işe göre, fermân, nişân, berât, tevki‘, menşûr deniliyordu.
Hükm-i hümâyûn, hükm-i şerîf, hükm-i cihan-ârâ, hükm-i cihan-mütâ‘, hükmü vâcibi’l-imtisâl, terkibleri ile de hükmün, bir emir, buyruk ve
fermân anlamında kullanıldığı, son kelime olan
fermânın ise ilk dönemler hariç Osmanlı diplomatikasına tamâmen yerleştiğini görüyoruz.
Osmanlı
Arşivi’ndeki en eski tarihli tahrir defteri olan (h.835/m.1432) tarihli
Arvanid Defteri’nde yaygın olarak “mektub”, “berat”, “paşa
beratı”, “paşa bitisi”, “biti”, “sultan beratı”, “beğ
bitisi”, “mukarrer...” ve “sultan hükmü”
tabirleri kullanılıyor. Nâdir olarak da “pervâne” terimine
rastlıyoruz. Biti ve berat terimi
paşa ve beyler için aynı anlamda kullanılırken,
padişah için “biti” kullanılmamış. Yâni “padişah veya
sultan bitisi” şeklinde geçmiyor. Sultan için, “sultan berâtı veya
sultan hükmü”[34] tabiri
kullanılmıştır. “elinde sultanımız hükmü var”
derken kasdedilen berat olmalıdır. Nitekim aynı defterde bulunan
bazı kayıtlarda “sultan hükmü” yerine “sultan beratı” ifâdesini
buluyoruz[35].
c.Misal ve
tevki'
Anadolu Selçuklularında “misâl”; bir emir veya bir siparişi, alt mâkama tavsiye etmek için pâdişâh dışında vezir ve
benzeri devlet adamlarından sadır olan vesikalardır.
Osmanlıda misâl ile fermân, nişân, tevki‘ terimleri birbirini yerine, bazan da “tuğra” anlamında
kullanılmıştır; Örneğin, “sebeb-i tahrîr-i tevki'-i
refi'-i hümâyûn oldur ki... tahrîr-i misâl-i bî-misâl ve fermân-ı vâcibü’l-imtisâl / misâl-i vâcibü’l-imtisâl”; bazı fermanlarda da “nişân-ı hümâyûn ve misâl-i meymûn” şeklinde misâl ile nişân aynı anlamda kullanılmıştır[36].
d.Kitâb ve
Mektûb
Gerek ilk
Osmanlıca inşâ eserlerinden biri olan Menâhic’ de, gerek diğer
orjinal vesikalarda yer alan “kitâb”,
“kitâb-ı hümâyûn”, “misâl”, “tevki‘” ve “nişan” vb. kelimelerin 15. yy.da
birbirlerinin yerine kullanıldığını gösteren bir çok
örnek vardır. Bu durum muhtemelen bu dönemde
kalıplaşmış belirli cümlelerin henüz oluşum halinde
olduğunu göstermektedir. Öyle ki bazan bir vesika içinde bile, yukardaki
kelimelerden bir kaçı aynı anda birbirinin yerine
kullanılabilmektedir.
Örneğin,
(h.806/1404) tarihli Süleyman Çelebi’nin nişanında, önce “kitab”,
hemen ardından “tevki‘ ve son kısımda da “mektub” terimleri
aynı vesikada kullanılmıştır[37]. Bir başka örnek, Musâ Çelebi’nin (h.815/m.1412)
tarihli bitisidir. Bu belgede de “biti”, “mektub” ve “nişan” şeklinde
bir kullanım vardır[38]. Bu kullanım I.Mehmed’in (h.823/ 1420) tarihli
nişanında[39], “misâl”, “tevki‘”, ve “ferman” şeklinde aynı vesika içinde sıralanma
biçimindedir. Yine aynı şekilde Menâhic’deki Kethüdâlık
beratındaki, “kitâb” kelimesinin yerine Nezâret ve Tevliyet takrîrinde
“misâl” kelimesi kullanılmış. Daha sonraki “berât-ı
idrârât” ta “kitâb” yerine “tevki‘-i hümâyûn” terkibi yer alıyor. Aynı
münşeâtta 7. ve 8. vesikalarda “kitâb-ı hümâyûn”, 9. vesikada
“kitâb-ı meymûn” biçimlerini görüyoruz. Bütün bu beratlarda geçen “kitab”
kelimesinin (“hüküm” gibi), islâmî geleneğe uygun olarak çok genel
anlamda, bütün vesika formlarını kapsar şekilde
kullanıldığını gِrüyoruz[40].
e.Biti-Bitik
Osmanlı
belgelerinde XIV. asrın son yarısı ile XV. asra âit belgelerde bu kelime, mektup, berât, hüküm, nişân, misâl karşılığında kullanılmıştır.
“Biti” kelimesinin ve türediği “bitimek”
kökünün etimolojisi kesin olarak bilinmemekle birlikte; Çince pi-bit/ piet “
yazı fırçası” ndan türetildiği[41], bitik, biti, bitiv,bitüv, büti “yazı, mektub,
muska” anlamında; çeşitli türk şivelerinde
kullanıldığı iddia olunmuştur. Aynı kökten gelen
bitiglig “yazılı, sened sahibi”; bitigü “mürekkeb”
anlamındadır[42] Uluğ
bitikçi (doğu türkçesinde) baş
kâtib anlamında kullanılmıştır [43].
Yusuf Hâs Hâcib, Karahanlılar’da bitikçi ünvanı ile hükümdarın
resmi yazışmalarını
yürüten kendisi ile devlet sırlarını
paylaştığı görevliye bitikçi, bitikçi ılımga der[44]. Ve şu beyti kullanır: “eğer kendin
bitigçi ılımga olursan gönül sırrını iyi muhafaza et,
ağzından söz kaçırma” [45].
Kaşgarlı
Mahmud ise ılımga kelimesini, “sultanın mektuplarını
Türk yazısı ile yazan kâtib” şeklinde açıklar[46].
XIV. ve XV. yy.
resmî belgelerine nişân yerine biti dendiğini belirten Fuat Köprülü,
F. Kraelitz’in Tarih-i Osmânî Encümeni Mecmuası’nda
yayınladığı İlk Osmanlı padişahlarına âit belgeleri de buna delil gösterir. Ayrıca söz konusu yüzyıllara
âit vakıf defterlerinde pâdişâh ve şehzâdelerin emirnâmelerine nişân; beylerbeyi, bey ve
kadıların verdiği belgelere biti dendiğini, bu defterlerde
rastlanılan ِrüncek bitisi ve
gِkçe ِren bitisi nin ne anlama geldiğinin tamamen bilinmediğini ilâve eder. Köprülü, kelimenin menşei konusunda da yukarda
açıkladığımız biçimde, fırça anlamında “pit”
kelimesinden türemiş olabileceği görüşünü kabül eder[47].
İslâm
Ansiklopedisi’ne “Bitik” maddesini yazan Mehmet İpşirli, Dîvân-ı
Lugât ve Kutadgu Bilig’de yer alan bilgileri tahlil ettikten, yukardaki
görüşleri destekler mahiyette şu yorumu yapar:
“Türkçe’nin eski
metinlerinden, bitimek “yazmak” fiil kökünün “bitigü”, “kalem, divit” gibi bir
türevi olduğu anlaşılan bitig/bitik “yazılmış
(şey)” çeşitli lehçelerde “yazı, kitâbe, mektub, belge, kitab, muska; emir, hüküm, fermân” anlamlarında
kullanılmış ve bundan da bitikçi “kâtib”, bitigli (g) “yazılmış nesne sahibi”, bitiklik
“yazı yazılmak için hazırlanan şey” gibi yeni türevler elde
edilmiştir”[48].
Buraya kadar
aktardığımız iddalara aykırı bir görüş ise
İbrahim Kafesoğluna aittir.
Kafesoğlu,
Türklerin “değnekler üzerine çentik (oyma, biçme) ler yapmak” veya “ok ucu
ile bal mumu üzerine” işâretler çizmek sûretiyle muhâbere ve resmî belgelerini tesbit ettiklerine dair Çin
yıllıklarında kayıtlar bulunduğunu[49] belirttikten
sonra, “Türk yazısının menşeini yine Türk çevresinde
aramanın en makül yol olduğunu hatırlatalım” dedikden sonra
bir kısım yeni araştırmacıların bu konuda eski
Türk damgalarını düşündüklerini ve
araştırdıklarını belirtir[50]. Kafesoğlu bitig kelimesinin Çince’den
geldiği tezini de reddederek, bunun inandırıcı olmaktan
uzak olduğunu, Türk yazısının fırça ile değil,
çelik kalemle sert maddeler üzerine kazılan (oyulan, biçilen) bir kitâbe yazısı olduğuna dikkat çeker[51].
Uzunçarşılı’nın
; “merhum Şemseddin Sâmi Bey, Osmanlıdaki beylikçi tabirinin
aslının bitikçi olmasının muhtemel olduğunu beyan
etmişlerdir. Beylikçi gizlenmesi icab eden mühim şeylerin
reisü’l-küttabın havalesi ile bizzat kendisi kaleme alırdı..”[52] şeklindeki
ifâdeleri Yusuf Hâs Hâcib’in “bitigi ılımga” ile ilgili
malumatını hatırlatmaktadır.
Doğu ve
Batı Türkistan’da hüküm süren ilk müslüman Türk sülâlesi olarak kabül edilen Karahanlılar (m.840-1212) da, bitigçi ve
ılımga ünvanlı katipler vazife yapardı. Askerlik
işleride, Selçuklulardaki dîvân-ı arz gibi işleyen bir dîvân tarafından idare olunur, “Ay Bitiği” denilen ve askerlerin
aylık ücret ve tahsilatlarının kaydedildiği defterler söz
konusu dîvân tarafından tutularak asker yoklamaları, kayıt ve silinmeler
bu deftere göre yine aynı dîvân tarafından yapılırdı[53].
Bitigçi ve
bitikçi kelimesi muhtemelen Uygur kâtibleri vasıtasıyla Türklerden
Moğollara geçmiştir. Moğolcada biçigü (yazmak), biçikçi (kâtib) ve biçig-ün tüşimel (bir mülkiye memuru, kançalarya memuru)
tabirleri de bulunmaktadır[54].
Moğol
İmparatorluğu teşkilatında Uygur tesirinin büyük çapta
olduğunu kabül etmemiz gerekmektedir. Bu hussusu destekleyen bir çok hukûkî ve mâlî terimler mevcuttur[55].
İlhânîler’ (1256-1344) de merkez teşkilâtında görevli olan baş kâtib Uluğ Bitikçi adıyla
anılmaktadır. Bu divandan sâdır olan fermân, berât vs. resmî yazışmaları yazdırır ve divana âit mâlî işleri tâkip ederdi. Emrindeki bitikçi veya bahşı
denilen katiplere de nezâret etmek onun gِrevi idi[56].
Bitikçi sِzü kâtib anlamında Mısır türk devletlerinde
de geçmektedir; “İzzeddin Ahmet vefât ettiğinde ki, o bitikçilerden biri idi”[57].
İlhanlı
te’siri bir çok alanda olduğu gibi, inşâ ve yazışma tekniği açısından da Osmanlı
inşâ sanatını, günümüz ilmî ifâdesiyle; Osmanlı diplomatikasını oldukça etkilemiştir.
İlhanlılar’ın
yazışmalarında gördüğümüz still ve metod, fermân, berât vs. vesîklardaki elkab, başlangıç, te’kid ve
bitiş protokolü tamamiyle Osmanlılar tarafından
uygulanmıştır[58].
Büyük
Selçuklular ve Anadolu Selçuklularında bitikçi veya bahşı
yerinde, büyük dîvân ağâsı olarak, sâhib-i tuğra veyâ tuğrâî de denilen nişancı veyâ pervânçe-pervâne (pervâneci) gِrüyoruz. Fermân ve berât yazmak, arazî defterlerinin kayıtlarını tutmak bu memurun vazifesi idi. Karakoyunlu
ve Akkoyunlu divanlarında da pervançı aynı görevi
yapmaktaydı[59]
Anadolu
Beyliklerinde ve Osmanlıda II.Bayezid zamanına kadar biti kelimesi
padişahların yazışmalarında
kullanılmıştır. II.Murad dönemine âit Arvanid defterinde oldukça bol miktarda kullanıldığını
görüyoruz.
İnalcık,
“Örfî-sultânî mâhiyeti olan ve devlet dâirelerinden çıkmış olduğu âşikar bulunan ilk Osmanlı vesikalarında diplomatik kâideler, tuğra, elkâb, duâ ve lâ‘net tabirleri bu vesikaların Türk-İran inşâ ananesini devam ettirdiğinde şüphe bırakmaz” dedikden sonra
bu vesiklarda geçen biti tabirinin İran’da ve Anadolu’da İlhanlı
hâkimiyeti sırasında yayılan uygur tesirinden
kaynaklandığını, Fâtih’in divanında Uygurca mükemmel nâmeler yazan katiplerin olduğunu, bununla birlikte devlet kalemlerinde
çalışan “kâtip” anlamında bitikçi tabirinin Osmanlıda
yerleşmediğini, bunun yerine ilk devirlerde yazıcı[60] kelimesinin
kullanıldığını belirtir[61]
f.Yarlığ,
yarlık, yârlığ
Moğollarda
ve moğol menşeli devletlerde Altın Orda, Kırım ve
Kazan hanlıklarında hükümdar tarafından yabancı
memleketlerin hükümdarlarına gönderilen, emir mahiyetindeki nâmelere yarlık dendiği gibi aynı şekilde adı geçen
hanların kendi halklarına veya her hangi bir şahsa verilen
imtiyaz yazılarına da bu ad verilmiştir[62].
Yarlığın
bir fermân mahiyetinde, yani hükümdarın emir ve buyruğu şeklinde
olması gerekir. Ayrıca yarlıklar da belgenin bir yarlık
olduğu açıkca belirtilmiştir[63]
İlhanlı
geleneğinde resmî evraklar (amsele) ve kanunlar (carluk, yarlug,
fermân) katiblerin reisi olan “münşi-i dîvân-ı büzürg” kontrolünde bitikçi adı verilen sekreterler
tarafından hazırlanır ve resmî evrakların hepsine hükümdarın mührü olan paiza vurulurdu. Devlet
Sekreterliği (Dîvân-ı Büzürg-i İlhânî) inde Moğol, İran, Uygur, Kuzey Çin (Hıtay), Tibet ve
Tangut bölümler bulunuyor ve her ülkeye gönderilecek mektup, fermân,
yarlık vs. kendi dillerinde kaleme alınıyordu[64].
İlhanlılarda
resmî evraklar eski Moğol âdetine uyularak, Mengi tengri küçündür (Sonsuz
Tanrı’nın gücüyle) formülü ile, İslam’dan sonra ise Besmele ile
başlardı. Gönderen veya gönderilenin belirtilmesi “Fülan (hükümdar
vb.) nın emri ile fülana”
şeklinde sâde bir formülle yapılıyordu.
İlhanlılarda resmî evraklar yerine göre siyah (kara tamga) veya
kırmızı (kızıl tamga)
dört köşe bir damga ile mühürlenirdi[65].
Yarlık
kelimesi Altın Ordu hükümdarların da “emir ve buyruk” ları için
kullanılmış, özellikle hânın sikke bastırma emri yarlug-ı
hümâyûn veya hükm-i hümâyûn kelimeleri ile ifâde olunmuştur[66].
Bu kelime daha
sonra İlhanlılar aracılığı ile Anadolu
Selçukluların’da, Karakoyunlu ve Akkoyunlular’da ve seyrek olarak da
Memlüklerde de kullanılmıştır. Osmanlıda bu kelime
ayrı bir vesika formu şeklinde değil, berât ve fermân
metinlerinde “yarlığ-ı belîğ” vb. terkipler halinde ibâre arasında kullanılmıştır.
g.Tevki‘ ve menşûr
Selçuklu
diplomatikasında oldukça yaygın olarak kullanılan menşûr terimi, Osmanlı’da özellikle vezirlik görevi tevcih eden en önemli
beratlar için, özel tabir olarak kullanılmıştır.
Menşûr terimi, Mısır’da, önceleri köylülerin mürûr tezkiresi (bir yerden geçiş izni belgesi) anlamında
kullanılmıştır. Abbâsîler’de iktâ‘ (tîmâr) sahiplerine verilen belgelere, Fâtımîler’de belirli tâyinler, Memlûkler’de ise yukarda belirttiğimiz gibi iktâ‘ (timar) belgelerine menşûr denilmiştir ve bu tür belgelere (ıktâ belgelerine) bu adı türkler vermiştir. Menşurların en
önemli özelliği, sultandan sadır olması ve onun adını
taşımasıdır[67].
Eyyûbîler ve Selçuklular’da genel olarak tüm tayin ve tevcih belgelerine
menşûr denmiştir.
Selçuklularda,
tayin ve tevcih belgelerine genelllikle misal nadiren de menşûr adı verilmiştir. Bu iki kelime aslında aynı
anlamdadır. Çünkü aynı vesika içinde
hem misal hem de menşûr olarak belirtilmiştir. Bu tür
belgeler bir amblem veya bir monogram taşırlar ki, bunlara tevki‘, genellikle de tuğrâ adı verilmiştir. Bir görev veya mülkün
bağışlanması sadece sultanın fermân ve tevki‘i ile mümkündür. Hiç kimse sultanın tevki‘i olmadan, izin (Pervâne), karar (emsile) ve dîvan vergi çekleri (berevat-ı dîvânî) (malî durumlarda) hiç bir şey yapamaz. Bazı belgelerde “yüce tevki‘ ile kontrol edilmiştir” “muvaşşah be-tevki‘-i eşref” ibaresi yer alır[68].
Menşurların üzerindeki tevki'’ ile ilgili olarak C. Cahen, “la
tuğra seljukide” makalesinde Damaskus
Atabegi’nin (Dımaşk Atabeyi)
“petite tuğrâ” (küçük tuğra) sından bahseder[69]; tabî buradan da büyük bir tuğranın
varlığı sonucunu çıkarabiliyoruz[70].
İnşâ eserleri dışında Selçuklulardan günümüze ulaşan
oldukça önemli bir menşûr Büyük Selçuklu Sultanı Muhammed Tapar (h.498-511/m.1105-1118)’ın
Atabeg Tuğtekin’e (h.510 Muharrem / m.14-Mayıs-16 Hazîran 1116) tarihinde Suriye bölgesinin tevcihi için verdiği
menşurdur. Bu menşûrun metni
(İbnü’l-Kalanisî, Zeylü Târîh-i Dımaşk, nşr. Amedroz, Beyrut
1908, s.193-197 )’de kayıtlıdır.
Devrin meşhur hattatlarından Tuğrâî Ebû İsmâil el-Hüseyin el-İsfehânî tarafından kaleme alınan bu menşur günümüze kadar intikal
etmiştir.
Osmanlı vezâret menşurlarını hatırlatan söz konusu bu vesika ile
atabeg Tugtekin çok geniş yetkilerle donatılıyordu[71].
Bu menşûr, diplomatika açısından, yazılış şekil ve
stili ile söz konusu devre âit farsça menşurların tipik bir
örneğidir.
Sonuç
Buraya kadar
verilen malumatı ve incelemeleri kısaca özetlemek ve konuyu bitirmek
gerekirse;
En kısa
tanımıyla bir “yetki ve imtiyaz belgesi” olan berât yerine,
farklı dönemlerde, özellikle de Osmanlı Devleti’nin kuruluş
yıllarında misal, kitab,mektub, tevki', takrîr, yazı,
menşur vs. gibi çeşitli tabirler kullanılmış, ancak
XV. yüzyıldan itibaren berât terimi nişanla birlikte Osmanlı
diplomatikasına yerleşmiştir.
Bir berat-ı
hümayun'un rüknü veya genel yapısı şu şekildedir[72]:
1.Da’vet (Allah’n adyla balama)
2.Tuğra (Mevcud sultanın tuğrası)
3.Berât Başlangıç Formülleri: (Bu bölüm aynı zamanda beratı, fermandan
ayıran önemli bir özelliktir. Fermanlar doğrudan elkabla başlar.)
a.Unvanla başlayanlar (Bir berat çeşidi
olan ahidnameler bu şekilde başlar)
b.Hüküm
terimi kullanılarak:
(benim hükmüm oldur kim..)
c.Biti
terimi kullanılarak: (bu biti hükmü
oldur ki., biti kaleme
geldi şol muceb..)
d.Misal terimi kullanılarak: (misal-i bî-misâl neffezehu’llahu’l-
Meliki’l-Müteâl buyruğu oldur ki
e.Tevki'’ terimi ile başlayanlar:
(tevkî-i rafî-i hümâyûn oldur ki..)
f. Sebeb
(vech) –i tahrîr’le başlayanlar:
(sebeb-i tahrîr-i tevki'-i
refi' ve mûceb-i tastîr-i
yarlığ..)
g.Mektub
kelimesi ile başlayanlar:(Bu mektubun tahriri oldur kim..)
h.Nişân
formülü ile başlayanlar: (Nişan-ı
şerif-i ãlî-şãn..)
4.Nakil veya İblağ (konunun ele
alındığı kısım)
5.Elkâb veya Duâ (Berat için arzda
bulunanlarn veya berat tevcih olunanlarn
makama uygun elkab ve duas)
6.Emir veya Hüküm (konu hakknda verilen kararn belirtilmesi, konuyla ilgili
olan üçüncü ahslara hitab olunmas gerekli emirlerin verilmesi. Bu bِlüm beratla ferman birbirinden ayran en ِnemli farktr.)
7.Te’kid,Tehdit, Lânet ve Te’yid (verilen hükümlere
tekrar dikkat çekilmesi, emre uymayanlarn ikaz olunmas ve lanetlenmesi)
III.Son Protokol (Hâtime) (vesikann son ksm)
8. Tarih (beratın yazıldığıً tarih)
9. Mahall-i Tahrir (beratın yazıldığıً yer)
Klasik bir
beratta bu rükünleri şöylece açmak ve formüle etmek mümkündür:
Dãvet ve tuğradan sonra,
"nişân-ı
şerîf-i âlîşân-ı sâmî-mekân-ı sultânî ve tuğrâ-yı
garrâ-yı cihân-sitân-ı hâkânî hükmü oldur ki..." vb. bir cümle
ile berât başlar, sonra konuya girilir, (mukataa ve malikane vb. beratlar karlkl bir sِzleme
ِzelliًi gِsterdiًinden
rükünleri vazife beratlarna gِre daha
farkldr) nakil
kısmının sonunda;
“hakkında
mezîd-i inâyet-i şahânem zuhura getürdüğünden..bu berât-ı
hümâyûnu virdüm ve buyurdum ki...” cümlesiyle devam eder, sonra da;
beratı
fermandan ayıran en önemli özelliklerden biri olan üçüncü
şahısların dikkati çekilerek;
“alâmet-i
şerîfe i’timad kılalar” vb. formüller kullanılır,
beratın verildiği tarih ve yazıldığı yer de
belirtilerek berât bitirilir.
Özellikle
Tanzimat’tan sonra berât formu anlam ve kapsamından çok şeyler
kaybetmiş, devletin yeni yapılanmasına paralel olarak, Sadâretin
ön plana çıkması ve sultanın yetki ve otoritesinin
sınırlandırılması nisbetinde, beratın fonksiyonu
da zamanla değişmiş, daha dar bir alanda, özellikle de
vakıflar vs. dini görevlerle ilgili izin ve imtiyazlar için
kullanılır olmuştur.
Osmanlı
Devleti'nin klasik döneminde devletin başındaki vezirden ücra bir
köydeki imama kadar her türlü görev, yetki ve imtiyaz için bizzat sultan
adına düzenlenen beratların,
muhteva ve fonksiyonundaki bu daralma günümüze kadar artarak devam etmiştir.
Artık günümüzde sultan yok ancak sembolik olarak devam eden beratı
hala var.
Günümüzde berat
tabiriyle kasdedilen, Osmanlının son döneminde kazanılan
anlamın bir devamı olarak, çoğu zaman madalya ve nişanla
birlikte verilen bir çeşit sertifa ve onur belgesidir. Üstün hizmet
madalyası ve beratı, hemşehrilik beratı,
dalgıçlık beratı, cami açma beratı vs. gibi.
[1] Lügat-i Osmâniyye, فstanbul 1286, s.57.
[2] Ahter-i Kebîr, (ner. Ahmed Hulûsi), فstanbul 1316, s.126.
[3] Kâmûs-i Osmânî, M. Salâhî, فstanbul 1329, s.118.
[4] Mehmet Tevfik, Usûl-i فnâ ve Kitâbet, فstanbul 1307, s.417.
[5] M. Muhyiddin, Müneât ve Muâmelât- Askeriyye, فstanbul 1308, s.12.
[6] Handbook of Ottoman Diplomatic, The Hague-Paris 1968, s.140
[7] Bernard Lewis, “Beratl”, EL, c. I/ s. 1171
[8] Akpaa-zâde, Tevârih-i Âl-i Osman, فstanbul 1332, s. 65
[9] Fîrûzâbâdî, el-Kâmûsü'l-Muhît, I, فstanbul 1230; ez-Zebîdî, Tâcü'l-Arûs, I /44; فbn Manzur,
Lisânü'l
Arabi'l Muhît, I/182.
[10] Fîrûzâbâdî, a.g.e., s.8; Lisanü'l-Arab, s.22 vd.
[11] فbn Manzur,
a.g.e., s.182-183; el-Cevheri,
Shah, I/11; ez-Zebidi, a.g.e. s. 44-45.; Fîrûzâbâdî, a.g.e. s.8-
9.; فbrahim Mustafa vd., Mucemü'l-Vasit, I/ 45-46.
[12] Babakanlk Osmanl Arivi Müzehheb Fermanlar Kataloًu, 27/1-b
[13] Kur'an- Kerim ve Türkçe Anlam (meal), Diyanet فleri Bakanlً Yaynlar, 54/43, s.529.
[14] A. Subhi Furat, “Zebur”, فA., XIII/ 481-482.
[15] H. Sâbit قibay, “Berâet”, فA., II/ 522.
[16] Suat Yldrm, Kur’ân- Hakîm ve Açklamal Meali, s.186, فstanbul 1998.
[17] el-فsfahani, Ragb, el-Müfredat li Garibi'l-Kur'an.
[18] Ebu Hayyan et-Tevhidi, el-Besair ve'z-Zehair.
[19] el-Beydavi, Envaru't-Tenzil ve Esraru't-Te'vil, I, s.81; Ayrca bkz. ez-Zebidi, a.g.e., s. 45.
[20] el-Cessas, Ahkamü'l-Kur'an, IV, 264.
[21] Tevbe
Suresi, ayet 1 vd. Meal; Kamil Miras (mütercim
ve arih), Sahih-i Buhari Muhtasar, Tecrid-i
Sarih, V, s.329-330.
[22] ضrnekler için bkz. M.Hamidullah, el-Vesâiku’s-Siyâsiyye, Kahire 1956, ves.290, Bu vesikann sonunda yer alan “eًer onlar sِz ve fiilleri ile (ahd’e) kar gelirlerse zimmet onlardan berî’dir” anlamndaki te’kid cümlesi de “berî’” kelimesinin kullanl açsndan dikkat çekicidir ki, Hulefâ-i Ra؛idîn devrine âit Ahidnâme ve eman belgelerinde oldukça sk yer almtr. Fazla bilgi için bkz. Nejdet Gِk, “Osmanl Diplomatikasnda Bir Berât اeidi Olan Ahidnâmeler”, Türkiye Günlüًü, s.59 (Ocak-ubat 2000), s.97-113.
[23] Bk. Ebû Dâvud, “Eyman”, 9 ; Nesâî, “Eyman” dan naklen; A. Bardakoًlu, “Berâet”, DفA, V/ 470, 471
[24] Hamidullah, el-Vesâik, ves. 37.
[25] Elmal, a.g.e.,
VII/ 67, 68; Ayrca, “Berâet Gecesi” hakknda fazla
bilgi için bkz. H. ـnal, “Berat
Gecesi”, DفA, 5/475-476.
[26] فbn-i Abbas,
Garîbü’l-Kur’ân, Atâ
b. Ebû Rebâh’n düzenlediًi bu
cüz, Süleymâniye ktb., Âtf Ef., nr.
2815/8,
vr.102-107. Bu eserle ilgili
olarak bk. ف. Cerrahoًlu, AـفFD,
XXII, 23; Ebû Mansur el-
Cevâlîkî, el-Mu’arreb, (bu eserin (IX/ XV.) yüzyl müelliflerinden Cemaleddin
Abdullah b. Muhammed
el-Uzrî tarafndan geniletilmi ve düzenlenmi ekli henüz
yaynlanmamtr). Sâmî Diller
konusunda
fazla bilgi için bk. N. M. اetin, “Arap-Dil”, DفA., III/ 282-285.
[27] Bu konuda fazla bilgi için bkz. A. Küçük, “Ahid-Dinler Tarihi”, DفA, I/533.
[28] A.Unterman, Dictionary of Jewish-lore and legend, London 1961., “Berit” ve “Covenant” mad.
[29] B. Topaloًlu, “Bâri”, DفA., V/ 73.
[30] D.B. Macdonald, “Allah”, فA., 363.
[31] B.Topaloًlu, a.g.m., s.73.
[32] Osmanl-Türkçe Ansiklopedik Büyük Lügat, (haz. Heyet), Türdav, فstanbul 1981, I, s.822.
[33]Bkz. Tâcü’t-Tevârîh, II, s.322 de (h.921/m.1515) tarihli Yavuz Selim’in فdris-i Bitlisî’ye gِnderdiًi
nâmesinde Diyarbakr civarnda sadakat ve baًllk gِsteren beylere sancak tevcihi
için padiahn
tuًrasn tayan beyaz ve “niân- hümâyûnla mu‘anven ahkâm- erîfe” gِnderildiًi kaydedilmitir;
Uzunçarl, Saray Tekilat, s.280.
[34] H. فnalck, Hicrî 835 Tarihli Sûret-i Defter-i Sancak-i Arvanid, 2.bask, Ankara 1987, s.69, 77.
[35] a.g.e., s.72 de, 197 ve 198. kaytlar.
[36] Uzunçarl, “Tuًra ve Pençeler”, Belleten, XVII-XVIII (1941), 130-131.
[37] TSMA, Sinan Paa Arivi, nr. 152; Tahsin ضz, Tarih Vesikalar, I, nr. 4; فlk dِnemlere ait
baz ni؛ân vb.nin
tahlili için bkz.
P.Wittek, "Zu einigen frühosmanischen Urkenden (I-VII)" Wiener Zeitschrift für die Kunde des Morgenlandes, LIII, s.300-313;
LIV, s.240- 256; LV, s.122-141; LVI, 267-284; LVII, s.102-117; LVIII, 165-197; LIX/LX, 201-223, Wienne 1957-63/64.
[38] T. Gِkbilgin, “Edirne ve Paa Livâs” , s.172
[39] Bk.Feridun Bey, Müneâtü's-Selâtîn, I, 166.
[40] “Kitab” kelimesinin bu anlamda kullanlna ِrnek için bkz. M. Hamidullah,
“el-Vesâiku’s-siyâsiyye”
ves.V, VII, XVII vd.
[41] Bkz. قiratori, Sinologische Beiträge zur
Geschichte der Türkvِlker, Petersburg, 1902, II, 16; A. von
Gabain, Alttürkische
Grammatik, Leipzig 1941, s. 303; Mecdud Mansuroًlu, “Bitikçi”, فA, II,
657; M.
فpirli, DفA, فstanbul 1992, VI, 225.
[42] Geni bilgi için bkz; G.Doerfer, Turkische und mongolische
Elemente im Neupersischen, Wiesbaden
1965-1975, II, 262-264.
[43] M.Mansuroًlu, a.g.m, s.657.
[44] bkz. Kutadgu Bilig III;
indeks (nr.
Kemal Eraslan vd.) فstanbul,
1979, s. 93-95.
[45] Reat Genç, Karahanl Devlet Tekilat, فstanbul 1981, s.258-259.
[46] Dîvân- Lügâti’t-Türk, فstanbul
1333, c.I, s.127.
[47] F.Kِprülü, Bizans Müesseselerinin Osmanl Müesseselerine Te’sîri, فstanbul 1981, s. 62-63.
[48] M.فpirli,
“Bitik”, DفA, c.VI, s.225.
[49] Bkz. ف.Kafesoًlu, Türk Millî Kültürü, فstanbul
1989, s.324.
[50] Kafesoًlu, a.g.e, s. 324.
[51] a.g.m, s.324, dpn.734.
[52] ف.H. Uzunçarl, Merkez ve Bahriye Tekilat, Ankara 1988, s.39. dpn.1.
[53] R.Genç, “Karahanllar” DGBفT, فstanbul 1992, c.VI, s.174-175
[54]W.Schmidt, Mongolish-Deutsh-Russisches Wِrterb, Petersburg, 1835, s.109’den naklen M.Mansuroًlu,
a.g.m, s.657.
[55] Ahmet Câferoًlu, “Uygurlarda Hukuk ve Mâliye فstlahlar”, Türkiyat, c.IV, s.1-43; Uygurlarda ise اin
te’siri gِrülmektedir, bkz. Uzunçarl, Medhal, s.174.
[56] Uzunçarl, a.g.e., s.219 vd.; “bah” için bkz. M.F.Kِprülü, “Bah”, فA, II, s.233-238.
[57] Uzunçarl, a.g.e., s.187.
[58] Bu konuda bkz. (münî) Mehmed b. Hinduâhî, Düstûrü’l-kâtib fî-ta‘yîni’l-merâtib, Kِprülü ktb.,
nr.1241, bkz. Uzunçarl, Medhal,
s.220.
[59] Uzunçarl, a.g.e, s. 43, 62, 105 v.dd.
[60] “yazc” kelimesi “yazucuv” eklinde günümüz ضzbek türkçesi ve baz türk ivelerinde de
kullanlmaktadr.
[61] فnalck, “Reîsü’l-küttâb”, فA, c. IX, s.672.
[62] Yarlً, Uygur belgelerinde hükümdarn emri,
buyruًu ve
fermanna denmitir. D.Lügâti’t-Türk’
te
hükümdarn yazl emri (bkz. “Uygurlarda hukuk ve maliye stlahlar”, Türkiyat Mecmuas, c.IV, s.32).
Yarlًn yerine sonralar “niân”
terimi kullanlm ve
baz yarlًlara da “Aldamga”
denmitir. Ali قîr
Nevâî’nin müneâtna gِre XV. asrda Timurlular’da yarlً yerine “niân”, “basma” yerine “mühür”
ve “alâmet” yerine “tuًra” ve “tamga”
tâbiri de “gümrük resmi” yerine kullanlmtr. Gümrüklerdeki
vergi memurlarna “damgac” yerine “mühürdar” denilmitir. Osmanllarda “niân”, berât, yarlً ve
fermân karlً kullanlmtr, tuًra’da
bu kelimenin içine girmitir. Yine Osmanl fermanlarnda
“niân” yani “yarlً ile tuًra” berâber kasdedilmektedir. Bkz. Uzunçarl, Medhal, s.197, dn.3.
[63] Toktam Han yarlً, s.21/23: “Alt nianlk yarlk tuttuk” ; Timur Kutluk han yarlًًnda, s.23, 24;
“Altn nianlk al tamgalk yarlk bildirildi”; Hac Giray Han yarlً, s.34; “Bu
yarlًn” s. 51: “Altn
nianl al tamgal yarlً birdimiz”
cümllerini gِrüyoruz. Bitiklerde ise “bitik”
yahut “biti” sِzü olduًu
gibi bazlarnda da
bu ad zikredilmemekdedir; bkz. Mengli Giray hann 1 ve 2. Mektubu, s.84-88.
Bunlarda biti yerine “tahiyyetnâme” ve
“mektup” tabirleri yer alyor.
Bitikler bu haliyle Osmanldaki
nâme-i humayunlarn ayndr. Bkz. A.N. Kurat, Topkap Saray Müzesi Arivindeki Altn Ordu, Krm ve
Tükistan Hanlarna Âit Yarlk ve Bitikler, فstanbul
1940, s. 4.
[64] Nadir Devlet, “فlhanllar”, DGBفT, IX, s.82,83.
[65] N.Devlet, gِs.yer.
[66] B.Spuler, Die Goldene, Horde
Die Mongolen in Russland, 1223-1502,
s. 265-270’den naklen N.Devlet,
“Altn Ordu”, Doًutan Günümüze Büyük فslâm Tarihi, فstanbul 1991, IX, s.151.
[67] Menurlarn çeitleri ve diplomatika
açsndan ِzellikleri
ve menurlarda turra ile
besmele arasnda
yer alan daha baka tuًra ِrnekleri için bkz. Kalkaandî, Subhu’l-‘ââ, XIII, s. 150-165 vd.
[68] W.Hinz, Die persische Geheimkanzlei im Mittelalter, Wiesbaden 1954, s.345 vd.
[69] C. Cahen, “La tuًra seljukide”, Journal Asiatique, 234 (1943-45), s. 171.
[70] Belgelerin
diplomatik unsurlar ve ِrnekler için bkz.
H. Horst, Die Staatsverwaltung der
Grosselًûqen und Horazmsahs,
Wiesbaden 1964, s.31-35.
[71] bkz. Cokun
Alptekin, “Büyük Selçuklular”, DGBفT, c.VII, s.167 ve “Dmak Atabeyliًi”, DGBفT,
c.VII, s.481; Ayrca bkz. A.ضzaydn, Sultan Muhammed Tapar Devri
Selçuklu Tarihi 498-511 / 1105-1118 ,TTK, Ankara 1990.
s.XXII ve XXXIII.
[72] Berat formunun
diplomatika açsndan rükünleri, ِzellikleri, ferman ve berat formlar arasnda benzerlik ve farklar ayrntl ve orjinal vesika ِrnekleriyle ayr bir makale olarak neredileceًinden burada ana hatlaryla iaret etmekle yetiniyoruz.